Akşam Yemeği

Sayın okurlarım;
Zaman zaman elime olayları Kilis’te geçen ilginç hikâyeler geçmektedir. Bunların kaybolmasını istemediğim için sizlerle paylaşmak istedim. Hikâyelerde Kilis’i anlatan anılar, mekânlar, tarihi bilgiler geçmektedir.
Şimdi sizlere Şevket BULUT’un “Akşam Yemeği” adlı hikâyesini sunuyorum:
Tekkenin dış kapısı üç kez üst üste çalındı. Müritler akşam yemeğini hazırlıyorlardı. Şeyhin hücresinden çıkmasını bekliyorlardı. Meydancı Kel Abuş, “Hayırdır inşallah diyerek dış kapıya doğru yürüdü. “Bu saatte kapıyı çalan da kim?” diye düşündü. Tahta kapıyı yavaşça açtı. Karşısında uzun boylu, siyah cübbeli uzun seyrek sakallı yaşlı bir adam vardı.
– Buyur efendi, diye sertçe sordu.
Adam, üç-beş saniye ses çıkarmadı. Sonra, bozuk bir Türkçeyle:
– Şeyhiniz. Hacı Vakıf Efendiyle görüşmek istiyorum, dedi. Taa Konya’dan beri geliyorum. Günlerdir yoldayım…
– Sen Şeyhimizi nereden tanıyorsun?
– Konya da bir Piri fani bana, burayı tarif etti: “Sen Kilis’e kadar git. Nakşibendi Şeyhi Hacı Vakıf Efendi senin derdine ilaç olur” dedi.
– Şeyhimiz, bu saatte ziyaretçi kabul etmez. Yarın sabahleyin gel!
– Tanrı misafiriyim. Çok uzak yoldan geliyorum. Bu şehirde, hiç tanıdığım yok! Sen haber verirsen beni kabul eder. Yabancı diyardan olduğumu söylersin.
– Peki biraz bekle!
Kel Abuş, hızlı adımlarla taş kaplı avluyu geçti. Şeyh, hücresinden çıkmış, yemekhaneye doğru yürüyordu.
– Şeyhim!
– Ne var, oğlum Abuş? Hayırdır?…
– Kapıda garip kılıklı bir adam var. Sizinle görüşmek istiyor. Konuşmasına bakılırsa yabancı olmalı. Hıristiyan mı, Yahudi mi, pek kestiremedim ama şivesi bozuk, Türkçeyi çok garip konuşuyor. “Şeyhim bu saatte ziyaretçi kabul etmez” dedim. “Tanrı misafiri olduğumu söylersen kabul eder” dedi. Ne yapayım?
– İçeriye alsaydın oğlum. “Tanrı misafiri” kapıda bekletilir mi? Bu kapı, Hakk’ın kapısı, herkese açık değil mi?
– Hemen içeriye alayım şeyhim. Kılığını beğenmedim de…
Kel Abuş yeniden cümle kapısına yürüdü. Tekke’nin en çalışkan müritlerindendi. Acar köyünden gelip Kilis’e yerleşmişti. Orta yaşlı, güleç yüzlü, sevecen bir insandı. Evli olduğu halde çoğu zaman evine gitmez, zamanının çoğunu Tekke’de geçirirdi.
Yaşlı adamı içeriye “buyur” etti. Adam ürkek adımlarla avluya girdi. İlgiyle çevresine bakıyordu. Üstü başı kir içindeydi. Pis pis kokuyordu. Gözleri kızarık, kırışık yüzü soluktu. Yürürken, elindeki bastonu hızla yere vuruyordu. “Herif sarhoş mudur, nedir” diye düşünen Kel Abuş sofaya kadar önde yürüdü. Tekke; geniş avlulu, bahçesi rengêrenk çiçeklerle süslü, kıble tarafında türbeler olan büyük bir külliye idi. Yolun öbür tarafında, beş vakit namaz kılınan taş minareli camisi de vardı. Yan yana sıralı odalarda müritler, dışarıdan gelen misafirler yatıyorlardı. Üst katın tamamı, şeyhin aile ve çocuklarına aitti. Avlunun duvarları yüksek tabanı ise taş döşeliydi. Cümle kapısının tam karşısında, avlunun orta yerinde kovalarla su çekilen derin bir kuyu yer alıyordu. Kovayla çekilen sular, ince uzun taş yalağa dolduruluyordu. Müritler ve misafirler abdestlerini şırıl şırıl akan musluklardan alıyorlardı.
Kel Abuş kapı önündeki lambayı yaktı:
– Yemekhaneye buyur yabancı: Bugün mübarek Cuma akşamı olduğu için şeyhimiz, akşam yemeğini bizimle beraber yiyecek, dedi.
Birlikte geniş salona girdiler. Adam selam vermeden şeyhe doğru yaklaştı. Şeyhin elini sıktı. “Görüştüğümüze çok sevindim şeyh hazretleri” dedi. Bir-iki saniye durakladı. Sonra kimsenin anlayamadığı birkaç söz mırıldandı. Müritlerin canı sıkıldı. Selamsız sabahsız doğru içeri giren, şeyhin elini bile öpmeyen bu garip kılıklı adam da kimdi? Tam yemek saatinde şeyhten ne istiyordu?
Şeyh dua okudu. Tahta kaşığı eline aldı ve “Yemek hazır, buyur birlikte yiyelim” dedi.
Sofrada bulgur pilavı, nohutlu kabak yahnisi vardı. Kalaylı tastan ayran doldurulmuştu. Sofra uzunlamasına yere serilmişti. Müritler karşılıklı minderler üzerinde oturuyorlardı. Üst başta. Tam ortada şeyh efendi oturuyordu. Salonun iki duvarında beş sıra halinde, iri gaz lambaları yanıyordu.
Yaşlı adam sağına soluna baktı, tahta kaşığı eline almışken geri bıraktı.
– Ben bu yemeği yemem şeyh efendi, dedi.
Şeyh, sakin bir sesle:
– Neden yemezsin ey yolcu? Aç değil misin?
– Açım ama sofrada bazı eksikler var…
Müritler surat astılar. Deli Hamdi, “Zıkkımın kökünü ye” diye içinden geçirdi. “Beleş yemek buldun utanmadan nazlanıyorsun!”
Şeyh, “Eksiğimizi söyle, tamamlayalım” dedi.
Yaşlı adam yutkundu. Konuşmaya korkuyordu. İşte gene en zor noktaya gelmişti. Bu sefer, müritler daha da kalabalıktı. İstanbul’da, Konya’da, Adana’da olduğu gibi; gene temiz bir dayak yerse?…
Şeyh, adamın tereddüt ettiğini görünce, üsteledi:
– Söyle, söyle… Çekinme! Arzun neyse yerine getirelim!
– Söylerim amma kızarsınız diye korkuyorum…
– Kızmak da ne demek? Misafirin her arzusu bizim için bir emirdir.
– Şeyh efendi, ben çok uzak yoldan geliyorum. Yol yorgunuyum. Bu yorgunluğumu, ancak bir kâse şarap giderir…
Müritler hep bir ağızdan çığlık attılar. Bazıları ayağa fırladı. Şeyh, “Sakin olun!” diye işaret etti. Gerçekten de bu teklif hem ayıp, hem de çok çirkindi. Bu Tekke’de değil içki içmek, sözünü etmek bile günah sayılırdı.
Şeyh efendi, Nakşibendî tarikatına mensuptu. Çok geniş ufuklu âlim bir insandı. Ama içki içen insanlardan hoşlanmazdı. Bu tarikat mensupları, şeraitin bütün hükümlerini yerine getirirlerdi. Taşkınlıkları, yadırganacak bir davranışları yoktu. Şeyh Vakıf Efendi, yıllardır inzivaya çekilmiş, şehre bile inmezdi. Her gece yatmadan önce, bir teslimiyetin ifadesi olarak, çenesini beyaz bir tülbentle bağlardı. Bu hareketi, “Ölmeden önce ölmeye” bir işaretti.
Odanın gergin havasını Şeyh Efendi bozdu:
– Oğlum Behlul Ali!
– Buyur Şeyhim?
– Git çarşıdan bir-iki şişe şarap alıp getir!…
Behlul Ali kulaklarına inanamadı. Ağzı açık kalmıştı. Yabancının bu isteği karşısında Şeyhinden çok büyük bir tepki bekliyordu. Acaba Şeyh kendisini mi sınıyordu? Öfkeyle ayağa yekindi. Konuşmak istiyor; kelimeler boğazında düğümleniyordu.
– Ama Şeyh’im!…
– Ne dediysem onu yap. Ali haydi koş! Daha fazla sallanma!
– Peki Şeyh’im.
Ali’nin başından aşağıya, sanki bir kazan kaynamış su dökülmüştü. Hayret içerisinde dışarıya çıktı. Kulakları uğulduyor; gözleri kararıyordu.
Azezli Mennan da arkasından yürüdü. Ali, hafif kekemeydi. Ağzından tükürük saçarak konuştu:
– Bu da neyin nesi, Mennan Ağam? Bu mübarek Tekke’ye şarap da girecekti? Amanın başımıza taş yağacak? Amanın nerelere gidek?…
– Canını sıkma Behlul Ali. Üzerinde para yoktur diye ardından geldim. Al şu parayı, çarşıdan bir-iki şişe şarap alıp getir.
– Aman Mennan ağam, nasıl olur? Sen, bu hareketi doğru buluyor musun?
– Şeyhin emrine karşı gelinir mi Behlul Ali? Şeyh kendini şu avludaki kuyuya at derse; itiraz eder misin?
– Etmem ama bu iş başka! Bu zındık herif, Şeyh’imizle alay ediyor. İçki haram değil mi? Bu Tekke’nin kapısı önünden şarap şişesi geçti mi?
– Sen, Şeyh’imizden daha iyi mi bileceksin? Şeyhimiz şarap getir dediyse getireceksin. Müritlik itaatle olur yavrum. “Şeyh’imiz keramet göstersin?” diyen sen değil miydin? Bu işte bir hikmet olmazsa şeyh razı olur muydu? Haydi oğlum daha fazla sallanma!…
– Peki Ağam…
Behlul Ali on beş dakika sonra, koltuğunun altında iki şarap şişesiyle yemekhaneye girdi. İki koca şişeyi yabancının önüne koydu. Hızlı gidip geldiği için terlemişti. Kesik kesik nefes alıyordu. Müritler yeniden mırıldanmaya başladılar. Çoğu sofradan çekilmişti. Şeyh; Bardağı şarap doldurmaları için işaret etti. Yabancının yüreği küt küt atıyordu. Her an bir olayın çıkmasını bekler gibi bir hali vardı.
Şeyh sert bir şekilde seslendi:
– Oğlum Mennan, Herkes sofraya otursun!
– Olur Şeyh’im.
Müritler gönülsüz gönülsüz yeniden sofraya oturdular. Mennan şarap şişesinden birisinin tapasını çıkardı. Bardağı şarap doldurdu. Şeyh yeniden kaşığına uzandı. Yabancı adamın yüzünde garip bir gülüş dolaşıyordu.
Şeyh:
– Haydi buyurun… Yemekler soğudu…
Yabancı adam, heyecanla Şeyh’in bileğine yapıştı:
– Şeyh’im, dedi. Çok sağ olasın. Arzumu yerine getirdin. Ancak şarap yalnız içilmez. İzin ver de, birkaç bardak daha getirsinler. Hep birlikte içelim.
Bazı müritler yerlerinden fırladılar. Bu kadarı da fazlaydı. Yabancının üzerine doğru yürüdüler. “Dinsiz-imansız, pis gavur!” sesleri, bağırıp çağırmalar birbirine karışıyordu. Şeyh eliyle sert bir şekilde:
– Susun, işareti yaptı ve yabancı adama döndü:
– Eğer birlikte içki içmek, seni memnun edecekse içelim, dedi. Ayakta duran ve yabancının boğazına sarılmak üzere olan gence seslendi:
– Oğlum Yusuf, sekiz-on bardak daha getir!
Yusuf homurdanarak mutfağa doğru yürüdü: “Hey kurban olduğum yüce Allah, nedir bu bizim başımıza gelenler? Bir gâvur bozması, Şeyh’imize şarap içmeği teklif ediyor. Şeyh de, kuzu kuzu bu teklife boyun eğiyor!
Sofraya sekiz-on bardak daha konuldu. Şeyh, öbür şişenin de tıpasını açtı. Bardakları kendi eliyle doldurdu. Doğrusu, müritler karşı çıkarlar diye, onlara teklif etmemişti.
Yabancı bardağını havaya kaldırdı:
– Şeyh ve bu Tekke’nin şerefine içelim, dedi.
Şeyh, şarap bardağını tuttu. Havaya doğru kaldırdı. “Hadi sizde kaldırın!” diyerek müritlerine seslendi. Yabancı ilgiyle çevresine bakıyordu… İşte bu sefer dayaktan kurtulmuştu. Müritlerin çoğu, bu çirkin manzarayı görmemek için gözlerini kapattılar.
Tam o anda, yabancı elindeki şarap dolu bardağı yere bıraktı. Şeyh’in eline sarıldı. “Bu kadar yeter!” diye mırıldandı. “Sizleri sınıyordum. Ben Hıristiyan bir din adamıyım. Yıllar önce İslamiyet’e karşı büyük ilgi duymuştum. Aylardır yurdunuzun büyük şehirlerini dolaşıyorum. Birçok hoca ve şeyhten çeşitli hakaretler gördüm. İslamiyet’i sevip benimsediğim halde beni tatmin edecek bir olgun insanla karşılaşmadım. Aradığım insan sizsiniz. Şayet burada tatmin olmasaydım ta Halep’e , Şam’a kadar gidecektim, dedi.
___________________________________________________
Dolunay Yayınları, PK 77 46001 K.MARAŞ, Tel: 0 344 215 52 77
Yıkık Minare Hikâyeler, Şevket BULUT.