Ayı…
Sayın okurlarım;
Zaman zaman elime olayları Kilis’te geçen ilginç hikâyeler geçmektedir. Bunların kaybolmasını istemediğim için sizlerle paylaşmak istedim. Hikâyelerde Kilis’i anlatan anılar, mekânlar, tarihi bilgiler geçmektedir.
Şimdi sizlere Şevket BULUT’tan “AYI” adlı hikâyeyi sunuyorum:
Gülüzar Karı önde, Emiş Gelin arkada, hızlı adımlarla ilerliyorlardı. Yaşlı kadını bir elinde tahra, diğerinde bir top kıl ip vardı. Hem yürüyor, hem de kesik kesik kehliyordu. Başında bir kalpak, alnında üç dört altın sıralıydı. Uzun iki malağı; yamalı, altı delik yemenisinin üstüne dökülmüştü. Her beş on adımda bir, dönüp Emiş geline bakıyordu. Emiş gelin; on sekizinde, değirmi yüzlü, ela gözlü, elma yanaklıydı. İrice bir gövdesi tombul bir göğsü vardı. Giyinişi önündeki kadına çok benziyor, boynunda şıngırtıyla bir beşi birlik sallanıyordu. Sırtındaki entari dallı, koyu bir basmaydı.
“Sabunsuyu”nu geçip “Bal dağı”nın dik eteklerine doğru tırmandılar. Bal dağı, sonbahar bulutlarını başına sarık yapmıştı. Sabunsuyu debelene debelene; başını, taştan taşa vura vura güneye doğru çağıltıya koşuyordu. İhtiyar kadının ve güzel gelininin yüzlerini serin bir garbi yeli yalıyordu.
Emiş gelin, sol omzundaki bir top kıl ipi sağ omzuna attı. Tahrasını koltuğunun altına sıkıştırdı. Adımlarını atıp yaşlı kadına yaklaştı:
– Çok korkuyorum Gülizar Bibi!…
Korkma gızım!
Dünyada insanoğlunun başına gelmedik iş olmaz! Bu zalim ayı sana tutukmuş! Ölmeden, yakanı bırakmaz! Kilis toprağını terk edip Suriye’ye geçsen, gene de peşinden gelir.
Emiş Gelin iliklerine kadar titredi, yanaklarına bir çift “Gürün Elması” oturmuştu. Ela gözleri nemlendi. O pis ayı, olmaz olaydı! “Beni her seferinde ödürlü ediyo! Yuvamı yıkıcı, fidan boyumu, kara toprağa devirici! Diye düşündü. Yaşlı kadın, diri adımlarla bayır yukarı tırmanıyordu. Emiş, Ona yetişmekte güçlük çekiyordu. Dizlerinde derman kalmamıştı. “Düşük kolay mı? Nenceni kan kaybettim…” diye mırıldandı.
Gülizar Bibi n’olacak benim halim? Bu pis ayı bana kötü dadandı! Altı aydır gözüme uyku girmiyo! Yakamı ne zaman bırakıcı?
Yaşlı kadın, yerinde durdu. Yönünü Sabunsuyu’na döndü. Alnına birken terleri sildi:
– Bırakmaz gadasını aldığım, bırakmaz! Bu ayı denen yaratık, yaman bir yaratık! Aslı insandan azma! Erkeği güzel avratlara, dişisi de Yiğit erkeklere tutkundur. Bal Dağı’nda ayı eksik olmaz. Söylentiye göre: yılanların kongulası İslahiye yazısı, ayıların ini Bal dağıymış! Şu Sabunsuyu’nun böğründeki kara çadırları görüyon ya?
– He görüyom!
– Aha o çadırlarda oturan şendiklerin aslı “aşağı Barak”tan gelmelidir. Yaz-bahar tüm Türkmen oymakları gibi Binboğa Dağı’na göçerler. Binboğa: yörüklerin “Kabesi”dir. Bu barak uşakları, yaz kış konar-göçer çadırlarda otururlar. Kışlıkları şu Boğazkerim yöresi; yaylakları, Binboğa dağıdır. Bir zamanlar Boğazkerim gediğinde sayısız çadırları vardı. Şimdilik kala kala on sekiz çadırları kaldı. Oymakları dağıldı, şehirlere, köylere, yerleşir oldular. Malcılığı, çadırı bırakıp dam’a göçtüler. Bundan otuz kırk yıl önce, barakların yiğit bir çobanları vardı. Aşiretin koca sürüsünü üç tane tasmalı köpeğinden çevirirdi. Bal dağından Binboğayacak olan bütün yöreyi karış karış bilirdi. İslahiye’nin Gavurgölü’nün büklerini, sazlıklarını, sürüsüyle ancak o geçerdi. Kurdun kuşun ağzını mühürlemişti. Sürüsünden davar eksildiğini gören duyan olmamıştı. Bu çoban çok güçlüydü. Çok yiğitti. Balkayası’na ondan başkası yaklaşamazdı. Kayadan, salkım salkım sarkan balları küleğine doldurur; gelinlere kızlara dağıtırdı. O zamanlar, bu yörede ayı çoğudu. Sabunsuyu’nun kıyısına sürüyle inerdi. Günlerden bir gün, kızan olmuş bir dişi ayı, çobanı inine kaçırmış, altı ay ininde beslemiş. Çobanın telmesini çıkarmış. Herifi bir iğne bir iplik koymuş. Çoban kaçmasın deyi, dabanının altını yalamış. Kâğıt gibi yukaltmış… Dişi ayı çobandan gebe kalmış, dediler. Biz inanmadık. Ben o zaman ufagıraktım. Ayı çobanı ininde bırakıp yiyecek aramağa giderkene, kapısına koca kayalar yığarmış. Ayı kısmı çok akıllı oluyor!…
– Soğna n’olmuş Gülüzar Bibi?
– Soğnası kötü: Barak’ın yiğit erkekleri, başı boş kalan sürünün çobanını aramışlar. İzini süre süre ayının inini bulmuşlar. Ayıyı sıkıştırmış yaralamışlar. Ayı, oynaşı çobanı kucağına almış. Dağın doruğuna yürümüş. Bakmış ki, kurtuluş umudu yok, gendini çobanla birlikte atmış. İkisi de paramparça olmuşlar…
– Tühhh! Çobana yazık olmuş!…
– Eee, gızım sen, ayı milletiynen oynuyon mu? Dedik ya aslı adamdan azma!…
Emiş gelin, korkudan titriyordu. Kuşağının arasındaki tabancayı heyecanla elledi. “Ya erkek ayı beni de kayalardan aşağı atarsa!” diye düşündü. “Bu pis ayıyı öldürmekten başka çarem yok! Allah verede tetiği çekebilem!” Herifim: “Bu tabanca otomatik tabanca avrat! Uşak bilem sıkabilir. Ben, şarjörünü içinde bırakıyorum. Tetiği çekmeden önce, şu emniyeti aşağıya bastıracan! Ondan soğna, tetiğe asılacağın! Bir tarağı gendi gendine sıkılır. Çeyiz sandığına sakla! Allah gerek etmesin! Askerlik her yiğide geçit… İki yılda n’olur n’olmaz! Tabanca gerek olursa kullanırsın demişti.”
Kocasının karayağız yüzünü, ışıl ışıl parlayan gözlerini hatırladı. İçine ılık sevgi yeli dolaştı. Kocasının da, kendisinin de kimi-kimsesi yoktu. Kendisini Kazıklı köyünden kaçırmıştı. Babası yol parası almadığı için, “Ben bu gızı evlatlıktan sildim!” demişti. Kocası evliliklerinin üçüncü ayında askere gitmişti. Kadın “Allah kimseyi sahapsız bırakmasın! Sahibim olaydı, Kolcu İsmail, Övez Onbaşı, Kemçik Recep namısına dolanabilir miydi? Ayı kapımızı-bacamızı daşlayabilir miydi?” diye derin derin iç çekti.
Bayırı geçip sık çalılıklar, sarp kayalar arasına girdiler. Ermiş çok heyecanlıydı. Odun şeleği yapmaya niyeti yoktu. Aklı-fikri boz ayıyı öldürmekteydi.
Altı ay önce, aynı yolları geçmişlerdi. Ormanın girişinde Kolcu İsmail önlerini kesmiş:
– Keçi bir, avrat iki… Bunların köklerini kurutmalı. Dağda çalı koymadılar, diye çıkışmıştı. Yaşlı kadın: Konuşkandı, cilveliydi. Sözle yılanı deliğinden çıkarırdı. Kolcu İsmail’i kandırmıştı: “Oğlum İsmail, biz yadırgı değilik! Ayda yılda bir şelek odun gerek olur. Gülüzar Bibi’ne bunu çok görme! Bibin sana kurban olsun Allah duttuğunu altın etsin. Sana bir tane daha güzel avrat nasip etsi. Odunumuz bitti. Köy yerinde elimizi-kolumuzu mu yakak?
– Aman ana; senin hatırın, yanımda dağlar kadar. Ama benim de üstlerim var. Sizi gören olursa, görevimden olurum.
– Görmezler kurban, görmezler! Görmezler gadasını aldığım, görmezler! Ipıssız dağ başında kim görücü?
– Bu seferlik gidin! Balkayası’na çok yaklaşmayın. Vağıl vağıl ayı kaynıyor… Pek kıyıda da dolaşmayın. İşletme şefi, kesimlik ağaçlara damga vuracak. Sakın gözüne çarpmayın!…
– Olur şahanım, olur! Olur yiğidim olur!…
– Gülüzar Bibi bu güzel gelin kimin?
– Çapar Recep’in karısı. Kocası Sarıkamış’ta asker… Bu hatun gelini Kazıklı köyünden kaçırdıydı. Benim kapı komşum. Fukaranın kimsesi yok. İzin ver de o da bir şelek odun yapsın.
– Peki peki! Güzele can kurban! İsterse Bal Dağı’nın tüm ağaçlarını dalıyla budağıyla kessin…
Geçmişi düşündükçe, heyecanlanıyordu. Kabakuşluk’ta Balkayası’na varmışlardı. Koca şeleklerini yapıp; dönüşe hazırlanırken, bir boz ayı, bayırdan koca kayalar yuvarlayarak yollarını kesmişti. Ayı homurtuyla yanlarına yaklaşınca, Emiş gelin gürpederek düşüp bayılmıştı…
Tekrar ayıldığı zaman, olan olmuştu. Üstü başı yırtılmış, ırzına geçilmişti. Ak döşünde kara lekeler sırıtıyordu. Baldırı, bacağı çırnak izleriyle doluydu. Höyküre höyküre ağlamıştı. Uzun belikleri dağılmıştı. Siyah saçları yumak yumak yolunmuştu. Bütün kemikleri sızım sızım sızlıyordu. Gülüzar karı, beş adım ötesinde baygın yatıyordu. Zavallı bibisini güç ayıltmıştı.
Yaşlı kadın korkuyla:
– Bir erkek ayının hışmına uğradık gızım! Bu ayı kolay kolay peşimizi bırakmaz.
– Sana da dokunmuş mu Bibi? Benim her yanım sızlıyo! Başım dönüyo! Namısım telef oldu. Şimdi ben nedecem? Nereye gidiciem? Gendimi kayalardan aşağı atım da kurtulum!…
– Allah göstermesin gızım! Kul kısmı yazgısına karşı gelmemeli! Keşke senin yerine bu iş benim başıma geleydi. Ayı domuzu; yaşlıyım, çirkinim deyi, bana el sürmemiş. Sen bana emanetsin. İrecebimin biricik teberiğisin.
O gün korkuyla köye dönmüşlerdi. Emiş sabaha kadar uyuyamamıştı. Gözleri daldıkça ürküntüyle yatağından fırlıyordu. Aradan üç gün geçmeden gece yarısı kapısı taşlanmaya başlanmıştı. Ayının homurtuları duyulmuştu. Sabaha kadar yatağının içinde ecel terleri dökmüştü.
“Ah gözün kör olsun sahipsizlik!” diye ağlamıştı.
Önce köyün bazı hovarda erkekleri evinin çevresinde dolanmışlardı. Bu sefer de bir ayı tebelleş olmuştu. “Kurban olduğum böyük Allah, tamam tek sahibim sensin” diyerek ağlamıştı… Ağlamıştı…
Sabah olunca Gülüzar Bibisine koşmuştu:
– Aman Bibi başıma ne haller geldi!
– Ne haller geldi nazlı gızım?
– Gece kapım, bacam daşlandı. Ayı damımın yöresinde sabahacak homurdandı durdu…”
– Deme gızım?
– Vallaha Bibi! Ödüm koptu. Yatağımda daş kesildim. Damarlarımdaki al kanım kurudu…
– Demek ayı gavuru izini bulmuş! Gene seni istiyo!…
– İzimi nasıl bulur Bibi?
– O ne gavurdur… Senin kokunu aldı… Saçını yolup saklamıştır. Ordunun içine karışsan, izini bulur… Sana göğnü yeğin akmış. Ayı tutkusuyla yılan tutkusu heçbir tutkuya benzemez!”
– Peki şimdi nedem Gülüzar Bibi?
– Istıfıl ol gızım! Bana sorarsan; gaderimize razı olak. Varak, bir daha gidek. İş bu kerteye geldikten kelli, geriye dönüş olmaz. Varsın pis ayı nefsini bir daha körlesin… Ayı kısmı acar güveyi gibidir. Eli boş gelmez ha!…
– Başına çalınsın! Ya beni boğarsa? Ya ondan gebe kalırsam?…
– Heçbir şey yapmaz! Ayı kısmı oynaşına kolay kıymaz! Gebe kalırsan bana haber ver… Çaresini buluruk zahar…
İkinci ,üçüncü, dördüncü gidişleri birbirini kovalamıştı. Ayı kapısını taşladıkça, Gülüzar karıyla ormana dalıyorlardı. Ayı kapıya her gelişinde, bal, et kütüğü, dağ yemişleri bırakıyordu…
İkinci gidişlerinde, gene bayılmıştı. Ayıldığı zaman dolağıyla gözlerinin bağlı olduğunu görmüştü. Gülüzar karı:
– Ayı sana acıyo! Gendisini görüp de ürkmeni istemiyo. Merhametliymiş puşt! Bundan kelli mağaraya girerkene, gözlerini biz bağlıyak, demişti.
Aradan iki ay geçince, Emişin başı dönmeğe, gözleri kararmaya başlamıştı. Dert anası, sır ortağı Gülüzar Bibisine koşmuştu.
– Gülüzar Bibi….
– Buyur Hatun gızım…
– Başım dönüyo Bibi… Bana bir hal oldu…
– Gız yoksalam ayıdan uşağa mı kaldın? Sakın yüklü olmayasın?
– Herhal yüklüyüm Bibi… Ne yaparık? Herifim asker! Bu karnının şişliği ne, demezler mi? Göynüm hep incaz eriği, dağ alıcı istiyo…
– Sen ellibirden yanmışın gızım… Hakkat gebesin… Ayrıksı bir canavar kuzlarsan nederik? Kilis-Antep toprağına hecil oluruk! İrezil oluruk!
– Peki nedek Bibi? Bana bir akıl ver…
– Karnındaki pici düşürmek lazım gızım… Düşük oynaşlı avradın kal’ası…
Sırtına ağır çuvallar yüklemişti. El değirmenleri, sokular taşımıştı. Karnındaki dölüt, bir türlü düşmüyordu. Çeşitli ilkel em’ler kullanmıştı. Faydası olmamıştı: Sonunda tavuk teleğiyle düşüşü sağlamışlardı… Emiş’ten haftalarca kan boşanmıştı. Döşeği yorganı kızılkana belenmişti. Çeyizini-budasını satıp; Gaziantep Amerikan Hastanesi’ne koşmuştu. Gâvur doktorları hayatını zar zor kurtarmışlardı…
Emiş gelin, geçmişi düşündükçe, hıncı artıyordu. Düşükten kırk gün sonra ayı, kendisine yine tebelleş olmuştu. Bavuk köyüne, teyzesinin yanına kaçmayı denemişti. Fakat iki-üç sağmal keçisini, iki kalıç boynuzlu öküzünü bırakacak kimse bulamamıştı. Herkes biz kendi malımızdan, canımızdan usanmışık, diye Emiş’i baştan savmıştı. Boynu bükük, gözü yaşlı, yine Gülüzar karının ardına takılıp ormana yürümüştü. Ayıdan kurtulmak için ya ayıyı ya da kendini öldürmekten başka çıkar yol yoktu. Emiş geçmişin ağır yükü altından silkindi. Dalgın bakışlarla çevresini izledi. Balkayasına yaklaşmışlardı. Gülizâr karı, mağaraya yirmi adım kala, yere çömeldi.
– Beri gel gızım! Gözlerini bağlıyak…Ayıyı görün, dudakların uçuklar…Zaten yüzünde kan, dizlerinde derman kalmadı. Onmaz dertlere düşersin.
Emiş gelin:
– Gayrı bu son. İnşallah kurşunları pis ayının gövdesine saplarım, diye düşündü. Kadına yalvardı:
– Gözlerimi bağlamasak olmaz mı Bibi?
– Aman gızım, çok dehşet, çok berk korkan! Ben karşıdan görüyom; bayılıyom. Meret çok heybetli soğna korkan, tutalgaya yakalanın. Sen beni dinle… Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü… Bu iş daha nenceni sürecek? Aha herifin yakında askerden izine gelici… Duyarsa beni yaşatmaz. Ben seni ayı için mi aldım demez mi? Bu senin yazgın gızım. Elimden ne gelir? Çaresi varsa sen söyle? Soğna kocan nereden duyacak? Benden sır çıkmaz… İkimizde ağzımızı büzgülü kese gimi kapadak.
Genç kadın, boynunu büktü. İçinden,”Ben bu işin çaresini biliyem…” diye geçirdi. Yaşlı kadın Emiş’in gözlerini bağladı. Mağaranın içine kadar götürdü. Geri dönüp ağacın altına oturdu. Emiş, yüzündeki dolağı hafifçe sıyırdı. Çevresini görebiliyordu. Bayırı gözetlemeye başladı…
Üç-beş dakika sonra, bayırdan koca koca taşlar yuvarlandı. Ardından iri gövdesiyle ayı göründü. İki arka ayağının üstünde yürüyordu. Kılları uzun uzundu. Rengi bozuraktı. Emiş dolağını biraz daha araladı, ayının ağzı ayrıktı. Dişleri görünüyordu. Gözleri yumuk yumuktu. “Acep önünü nasıl görüyo?” diye düşündü. Yüreği güp güp atıyordu. İçinde binlerce güvercin pırvazlayıp duruyordu. Dili-damağı kurumuştu. Dizleri zangır zangır titriyordu. Kendini ayakta güç tutuyordu. Damarlarında kaynar sular dolaşıyordu.
Ayı, yürürken sağa sola yalpa yapıyordu. Söbe bir yüzü, sivri bir burnu vardı. İki ön ayağı yana düşüktü. Gülizar karı ayıyı görünce, yerinden heyecanla kalktı. Ayı, Gülizâr karıya yaklaştı. Sol elinde bir çıkın tutuyordu. Bu çıkını kadına attı. Emiş ikisinin de davranışlarını izliyordu. Düşmemek için mağaranın duvarına dayanıyordu.
Ayı, ağır ağır mağaranın önüne doğru yaklaşmaya başladı. Emiş, başından tırnağına kadar yeniden titredi. Gözlerinin önü dumanlanıyordu; başı dönüyordu. Kuşağının arasından tabancasını yavaşça çıkardı. Ayı, yavaş yavaş yaklaşıyordu. Her adım atışında, sanki Emiş’in yüreğinin üstüne basıyordu. “Allah’ım büyük Allah’ım; bana yardım et. Şu zavallı sahipsiz kulunu kurtar. Herifimin yüzüne nasıl bakıcım?” diye inledi. Titrek elini havaya kaldırdı. Tabancayı ayıya çevirdi. Sol eliyle sağ elinin titremesini önlemeye çalıştı. Ömründe hiç silah sıkmamıştı.
Ayı tabancayı görünce, yerinde çakılıp kaldı. “Gâvura bak, insandan akıllı” diye mırıldandı. Gözlerini kapadı. Dişlerini sıktı. Bütün gücüyle tetiğe bastı. Eli hızla sallandı. Kulaklarının zarını patlatan gümbürtüler işitti. Mermi sesleri mağaranın duvarlarında yankılar yaptı. Emiş’in kulakları uğulduyordu. Dizlerinin üstüne çöktü. Yan üstü düştü. Üç-beş dakikalık bir baygınlık geçirdi. Yerde tiril tiril titriyordu. Uykuyla uyanıklık arasında sayıklıyordu: “Acep vurdum mu? Ayı yaklaşmadığına göre, herhal vurdum…”
Bütün gücünü topladı. Titreyerek ayağa kalktı. Gözlerini güçlükle araladı. Önce gözünün önü yıldız yıldız oldu. Mağara, ağaçlar, kayalar çevresinde fır dönüyordu. Yavaş yavaş ağaçları, taşları normal olarak görmeye başladı. Ayı mağaranın önünde yatıyordu. Adım adım yürüyordu. Ayıya yaklaştı. Onu tahrasıyla parça parça etmek istiyordu. Ölüsünü sürüyüp kayalardan aşağıya atacaktı. Gözleri fal taşı gibi ayrıldı. Yüreği titredi. Yerdeki kurumuş, fosalmış bir ayı postuydu. Ayağıyla dokundu. İçi boştu. Boğazının karnının altından kalın iplikler sarkıyordu. Çuvaldızla ayrık yerleri birbirine tutturulmuştu. Ağacın altında Gülizar karıyı aradı. Yoktu. “Sakın bu, bir oyun olmasın” diye inledi. Yürüyüp bayır aşağı baktı, yeşil elbiseli Kolcu İsmail’le Gülizar karı el ele tutuşmuşlar; Sabunsuyu’na doğru koşuyorlardı…
________________________
Hareket Yayınları, P.K. 1240 İstanbul, Sarı Arabalar, Hikâyeler, Şevket Bulut.