Dolar 35,4226
Euro 36,3212
Altın 3.063,15
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Kilis 14°C
Açık
Kilis
14°C
Açık
Paz 14°C
Pts 16°C
Sal 15°C
Çar 13°C

Ayrıksı Döl

Ayrıksı Döl
A+
A-
29.11.2014
1.153
ABONE OL

Ahmet ELMALI

Sayın okurlarım; zaman zaman elime olayları Kilis’te geçen ilginç     hikâyeler geçiyor. Bunların kaybolmasını istemediğim için sizlerle paylaşmak istiyorum. Hikâyelerde Kilis’i anlatan anılar, mekânlar, tarihi bilgiler geçmektedir.

Şimdi sizlere Şevket BULUT’tan “AYRILIKSI DÖL” adlı hikâyeyi sunuyorum:

Güneşin son ışıkları Darmık Dağı’nın eteklerinde titreşirken; karanlık, köyün üstüne kara bir perde germek üzereydi. Başıboş sürüler, dar köy sokaklarında yavaş yavaş ilerliyordu. Gökyüzünde bulutlar renkten renge bürünüyor; bütün canlılar yeni bir akşama hazırlanıyorlardı. Birkaç dakika sonra, ufuktaki kızartının yerini, kurşini bir renk kapladı. Başını Darmık Dağı’nın eteklerine dayayan Bulamaçlı köyü, gerine gerine yeni bir uykuya hazırlanıyordu.

Fidan ağılın kapısını kapattı. Süt küleğini götürüp kapının önüne koydu. Tek gözlü evlerinin eşiğine oturdu. Birden başı dönmüştü. Dokuz aylık gebeydi. Kasıklarında acı bir sancı duyuyordu. “Dünkü odun şeleği çok ağırdı. Ondan sancılanıyorum!” diye düşündü. Kendi hesabıma göre, doğuma daha dokuz gün vardı. Bakışlarını Darmık Dağı’nın doruklarında gezdirdi: On yıldır insan ayağı basmayan mayınlı dağ, uzun kıllı, kocaman bir canavarı andırıyordu. “Vahit bugün de gelmedi. Allah vere de bu akşam döne… Gene, Çerçili köyü yöresinde silahlı çatışma olmuş” dedi. İçi “cız” etti. Aklına mayınlar geldi. Kocası Suriye’ye geçeli üç gün olmuştu. “Öncü”, Çolak Memedo’ydu. “Bir kafla ahmak, çolak bir adamın ardına takıldılar.. Bir sürü koyunu, mayın üstüne sürdüler. Belki de Suriye’de satamadılar. Yoğsam şimdiyecek dönmeleri gerekirdi” diye düşündü.

Sancısı giderek artıyordu. Elini kasıklarına bastırıp ıhladı. “Acep bu sancı, doğum sancısı mı?” diye mırıldandı. Kızı Elif “mallara” saman götürüyordu. Köpekleri “Karabaş”, avluda yerleri koklaya koklaya iz sürüyordu. Kadın iniltili bir sesle:

– Kızım Elif, çepik buraya gel, diye bağırdı.

Elif elindeki kalburu bir tarafa bırakıp anasının yanına yaklaştı. Dizinin dibine çömeldi.

– Ne var ana? Betin benzin kül gibi… Noluyon? Yoğsalam haste misin?

– Sancım tuttu kızım. Get de Hatça Neneyi çağır… Hadi koş!…

Elif her şeyi anlamıştı. Yalınayak karanlığa daldı. Hem koşuyor, hem de mırıldanıyordu: Anam, biçare anam… Beş kız anası oldu, bir oğlan doğuramadı!…

Yerdeki keskin taşlara, iğde dikenlerine aldırmıyordu “eğer bu altıncı uşak oğlan olursa, Şıh Mansur Hazretleri’ne bir koç kurban ederim. Kilis’teki Şörhabil Camisi’nde kırk rekât namaz kılarım. Oylumlu Deli Hasan’a bir lira sadaka veririm” diye kesik kesik mırıldanıyordu.

Babası Vahit, sinirli bir adamdı. Zalim bir adamdı. Vicdansızdı. Anası gebe kaldı kalalı: “Bana bak avrat, bu sefer de kız kuzlarsan üstüne evlenirim! Diyordu. Hem de evlenirdi. Köy yerinde erkek çocuğu olmayan adam, meyvesiz ağaçtan farksızdı.”Sabunsuyu” gibi boşu boşuna akıp giderdi. Toprağa girince, ocağında tek çıngı kalmazdı.

Fidan, eşikte daha fazla oturamadı. Sürüne sürüne içeriye girdi. Dört kız çocuğu ocağın çevresine çömelmiş, pişen ‘tirşik çorbası’nın hömürtüsüne istekle bakıyorlardı. Bir gün önce, anaları Darmık Dağı’nın kıyısına oduna gidince kaya diplerinden “gâvur pancarı” toplamıştı. Tirşik çorbası diyince, hepsinin de ağzının suyu akardı. Köyün eti, göbelekti. Sebzesi: Ebegümeci, kenger, kuzukulağı, gâvur pancarı, yemlik gibi otlardı.

Kadın, “Kızlar, bana bir yatak serin” diye inledi. Elif’in küçüğü Fatma, yüklüğe koştu. Bir pamuk döşekle bir şilteyi yırtık çulun üstüne attı. Odanın tabanından isli tavana doğru toz bulutları yükseldi. Üç beş örümcek ağı kopup cılız yılanlar gibi yere sarktı. Tirşik çorbasından taşan sular, ateşe dökülerek tıs tıs gülüyorlardı. En küçük kız, sürüne sürüne anasına doğru yaklaştı. Kıçında donu yoktu. Yakasız entarisinin önü göbeğine kadar açıktı. Daha iki yaşındaydı. Yüzü gözü kir içindeydi. Doğdu doğalı iki kez taranmayan saçıyla yaşından daha çok gösteriyordu. Anasının yatağa uzanmasını fırsat bildi. Elini kadının açık döşüne daldırıp sünmüş memesini çıkardı. Ağzına sokup sülük gibi somurmaya başladı. Kadın, çocuğun belini yumruklayıp geriye itti. Hınç dolu bir sesle:

– Öte get!… Kırt çalacısa! Eşek kadar oldun…Daha “mac mac” emiyon!…Tahta döşümde süt mü bıraktın? Beni, susuz kalmış kalasa çevirdin. Daha seni sütten kesmeden, aha bir enik daha gelici… Ben ne haldayım! Kasap et derdinde; koyun can derdinde, dedi.

Yere yuvarlanan çocuk, odanın içini çığlığa boğdu. “Memme! Memme!” diye topuklarını yere vurup bağırıyordu. Büyük kız, parmaklarını saçın karasına çaldı. Gelip anasının iki memesine sürdü. Çocuk memeyi yeniden emmek için yaklaştı. Ağladı, çırpındı. Ablası: “Öcü bacış, öcü! Memecik pis!” diye küçük çocuğu tiksindirdi. Çocuk minnacık eliyle memeye vurdu. “Bööö!” diye bağırdı. Umudu kesilince, tekrar ocağın başına döndü. Ağlamasını sürdürüyordu. Çocuklar onu susturmaya çalıştılar. Ağlama Sultan ağlama! Bacış taman anamız heste… Ihıcık sana çorba yidiricik. Hösküt ol! Birez daha bekle…

Elif, tahta kapıyı itip içeriye girdi. Arkasından Hatçe nene vardı. İhtiyar kadın, dua okuyarak yatağa yaklaştı. Bohçasını bir tarafa indirdi.

– Kızlar hele idareyi yakın. Oda çok karanlık! Göz gözü görmüyor, dedi.

Kızlar suçlu gibi birbirine bakıştılar. Hiçbirisi, “Gazyağı yok nene” diyemedi. Yaşlı ve tecrübeli kadın, durumu       anlamıştı. Kuşağının arasından bir çam çırası çıkarıp ateşe daldırdı. Çam parçası cızırtıyla yandı. Yere yağlar damladı, Kadın, bu çırayı ocağın üstündeki özel kovuğa yerleştirdi. Fidan’a yaklaştı üstündeki şilteyi bir tarafa fırlattı. Şişkin karnını elledi.

– Vışş! Kele bacım, senin karnın nence böyük! Höyük gibi kabarmış! Doğum yakın… Ekiz mi doğurucun, nedicin, diye mırıldandı. İçinden, “İnşallah bu doğacak uşak oğlan olur. Bu son umut.. Altıncı da oğlan olmazsa, üç doğum daha geriye vurur” diye düşündü.

Fidan’ın kıvranmaları gittikçe artıyordu. Şakaklarından yüzüne doğru coşkun seller akıyordu. Göz çukurlarında gölekler meydana gelmişti. “Of!… Bin of!” diye bağırdı. İçinde garip bir korku kol geziyordu. “Ya bu doğacak uşak kız olursa?” diye inledi. Bunu düşünmek bile korkunçtu. Vahit üstüne evlenirdi. “Uşaklarımı kuma eline teslim eder. Daha ben kara toprağa gömülmeden, sabiler öksüz kalırlar… Allah bana o günleri göstereceğine, datlı canımı alsın” diye düşündü.

İhtiyar kadın, kollarını çemredi. Ocaktan çorba kazanını indirip yerine bir kazan su koydu. Elif, tişrik çorbasını büyücek bir leğene boşalttı. Yamalı sofrayı ocağın önüne serdi. Çocuklar, kuş kümesi gibi sofranın başına üşüştüler. Odanın içinde beş kaşık sesi, kadının çığlıkları yarışıyordu. Yağsız bibersiz, damaklarını yakıp kekreleştiren tişrik çorbasına veryansın ediyorlardı. Fidan, kesik kesik nefes alıyor; güçsüz ellerini karnına bastırmaya çalışıyordu. Kirli dolağı başından sıyrılmıştı. Kara saçları kılıfsız yastığının üstüne yayılmıştı. Titrek çam ışığında ince, sarı yüzü; bir mumya yüzünü andırıyordu. Başının altındaki yastık, terden ıpıslaktı. Dudakları kurumuş, bakışları donuklaşmıştı. Bundan önce beş doğum yaptığı halde, bu kadar korkmamıştı. Bu korku doğum korkusundan çok, kız olur; korkusuydu.

Bakışlarını isli merteklerde gezdirdi. Vahit’in topalak, heybetli yüzü, keskin bakışları gözünün önüne geldi. Kalın sesi kulaklarında çınladı: “Bana bak avrat, bu seferde kız doğurursan, arayı açarık. Picini yere çalar, seni kovarım… Üstüne evlenirim. Yaşım kırka yaklaştı… Şunun şurasında üç beş fırtlık bir ömrüm kaldı. Beni körocak koydun. Başımı önüme eğdirdin… Ocağımı kim şenlendirecek? Benim yerime kaçağa kim gidecek? Yarın kızların gişiye varır… Kuş gimin kafesten uçarlar. Bana şahan gerek şahan… Ben daşşağı üç okka gelen oğlan isterim… Üçte bulunmayan oğlan, altıda zor bulunur. Dokuzacak ancak ahmaklar bekler. Köy yerinde; oğlu olmayan; tokmakçı için çalışıyor demektir. Demedi deme bana tosun gibi oğlan gerek, oğlan!…”

Elif kardeşlerine bir döşek serdi. İki minderi katlayıp yastık yaptı. Çocukları yatağa yatırdı. Üstlerine bir şilte örttü. Hepsi de yönlerini analarına dönmüş; onun bağırmasını, kıvranmasını izliyorlardı. Az sonra en küçükleri parmaklarını eme eme tatlı bir uykuya daldı. Küçüğün bir büyüğü, ablasının kulağına fısıldadı:

– Gız abıla anama noluyo?

– Doğuracak bacış, doğuracak!

– Doğuracak da ney abıla?

– Bizim gimin uşak doğuracak!

– Uşak doğar mı gızz? Taman uşağı leylek getirirmiş?

– Höst de uyu! Senin aklın ermez, daha heşimsin…

Saatler geçmek bilmiyordu. Köyün karanlığının üstüne Darmık Dağı’nın ağırlığı çökmüştü. Bu ağırlık; Horhop olmuş tortop olmuş Vahit gilin damına oturmuştu. Dam, sırtındaki ağır yükle birlikte, Fidan’ın üstüne çullanıyordu. Fidan eziliyordu. Fidan bitiyordu. Fidan’ın nefesleri dişleri arasında can veriyordu. Fidan’ın gövdesinde yatağa akan ter suları Afrın çayından daha coşkundu.

İhtiyar kadın sıcak suyu ağzı geniş bir leğene boşalttı. İçine Paryavşan’ı döktü. İyice karıştırdı, derinliklerden,      mayın tarlasındaki gibi gümbürtüler geliyordu. Kocası Vahit, Kolsuz Memedo’nun ardında ecel terleri dökerken kendisi de leğen üstünde, eni boyundan fazla gövdesiyle parpazlayıp duruyordu. Bağırmamak için yorganın ucunu dişliyor; Çekilmesi zor acılarını içine akıtıyordu.

Hatçe Nene Fidan’ın sırtını sıvazladı. İçinden durmadan dua okuyordu: “Allah’ım böyük Allah’ım; şu sabilerin yüzü suyu hörmetine, şu fukarayı kurtar. Bu nasıl doğum? Bu nasıl karın? Allah vere de Tosuncuk olmaya!…”

– Kızım Fidan önceki doğumlarını bir düşün. Bu uşak, karnında kımıldarken öncekilerden değişik miydi? Aşereken iştahın eşkiye mi, yoğsan tatlıya mı acıktı? Hu? Söyle bakım hatun kızım?

– Bimiyom Hatçe Nene, bu çocuk değil, bu bir afat… Bu bir canavar. Aylardır karnımı tepikleyip duruyor. Ölüyom. Can çekişiyom. Nolur, anamı, bacımı, akrabalarımı çağırın. Ben sabaha sağ çıkmam! Kocamı çağırın. Neyi varsa satıp savsın… Beni Kilis’e toktora götürsün.

Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere bağlanıp bağlanıp Darmık Dağı’nın doruklarına doğru uzanıyordu. Sabahı muştulayan horoz sesleri, köpek ulumaları duyuluyordu. Gece mayın elinde yeni bir sabaha gebeydi. Sınırda üst üste sıkılan mavzer kurşunları, köyün karanlık ufkunu yarıp; Safkanlı, Merdenli, Gülgüman, Çerçili, Hisar köylerine doğru uzayıp gidiyordu. Mayın elinin karanlıkları, Fidan’ın önüne yıkılmaz acı duvarlar örmüştü.

Fidan’ın gözleri dönmüş, dili ağırlaşmıştı. Konuşamıyordu. Yaşlı kadın, kuşağının arasından beşinci çam çırasını da çıkarıp ateşlemişti. Ocakla yatak arasında küçücük titrek bir ışık prizması meydana gelmişti. Odanın diğer yönleri karanlıktı. Küçücük Sultan, “memme meme” diye sayıklıyordu. Ocaktaki tedirgin kütükler, kızarmış gözlerle kadına bakıyorlardı. Dört kız çocuğunun başları kıl yumaklar gibi yan yana sıralanmıştı.

Yaşlı kadın kan ter içindeydi. Bütün çabaları, boşa gidiyordu. Yüreğinde korku tepeleri bağdaş kurmuştu: “Bu nasıl karın Allah’ım? Sanki buzağı, sanki tosuncuk… Ya ayrıksı bir şeyse? Allah göstermesin! Cuk, Fidan’ın son umudu… Eğer erkek olmazsa yandı fıkara. Deli Vahit, varını yoğunu satıp, üstüne evlenir…

– Gızım Fidan?

Buyur Hatçe Nene?

– Gız sen ne zaman gebe kaldın? Yoğsam erin, sana mübarek günde mi yaklaştı?

– Ne bilem Nene! Köy yerinde mübarek günden habarımız mı var? Oruç derler, dudarık. Bayram derler, gülerik. Düğün derler oynarık. Ölü derler ağlarık. Biz de insan mıyık? Allah bizi, dağlar boş durmasın deyi yaratmış… Oy öldüm anam, oy! Hele bu beladan bir kurtulum; sana bir kile karışık unluk veririm. Şörahbil Hazretleri’nde boynuzlu koç keserim. Hele bir oğlum olsun; döşeğimi yorganımı satar, eğlenti yaparım. Tüm köylüye koca “helle”lerle aş bişirir, şölen veririm.

– İnşallah gızım, inşallah! Allah kerem sahabıdır. Allah comarttır. Allah kulunu darda koymaz. Bir kına altı kılıç sokturmaz! Hele sabırlı ol. Hele birez daha bekle…

Fidan, yeniden çığlık atıp kıvranmaya başladı. Kendini yataktan toprağın üstüne attı. Parmaklarını acıyla yere batırdı Sancıları gittikçe sıklaşıyordu. Kapı açıldı; anası, küçük bacısı, diğer hısım ve komşuları içeriye girdiler. Hepsinin de dili tutulmuş, korku yüzlerinde saklambaç oynuyordu. Sessizce yatağın çevresine oturdular. Fidan’ın yaşlı anası, kızını yatağın üzerine çekti. Ellerini avuçlarına aldı. Okuyup üfürdü ılık bir sesle:

– Korkma gızım! Korkma gadasını aldığım! Altıncı uşağını doğurucun… Taze gelin değilsin. İnşallah oğlan olucu… Oğlan       nazlı olur. Oğlan irice olur. Oğlan kızdan farklı doğar tamam…

Hele birez dişini sık. Salavat getir. Böyük Allah’ım sabılarının yüzüne bakar…

– Ölüyorum anaaa! Canım depemden çekiliyo! Hakkınızı helal edin. Ben gidicim Ben yolcuyum. Bana can alıcı işmar ediyo…

– Bu nasıl hanek kızım? Ölümü ağzından yel alsın. Allah’ım, ölümü ‘ellik gâvuru’na versin. Hele Sâlavat getir. Hele bildiğin duaları oku…

Mavzer kurşunları, Fidan’ın vahşi çığlıklarını bastırmaya başladı. Kurşun sesleri, gittikçe köye doğru yaklaşıyordu. Şafak atmak üzereydi. Odanın içindekiler, gizli gizli ağlaşıyorlardı. Hepsi de ölüm karşısında çaresiz olmanın ezikliği içindeydiler. Kapının önünde bir gümbürtü işitildi. Vahit bir çam yarması gibi kendini odanın içine attı. Kehliyordu.

– Öldüm! Öldüm! Mavzer kurşunlarından biri dizime saplandı. Kanım oluk oluk akıyo! Jandarmalarla çarpıştık, bizden bir kişi öldü ben yaralandım, herhal jandarmalardan da ölü var. Yakamızı ellerinden zor pırttırdık, diye bağırdı. Ocağın başına kendini güç attı. Fidan’ın gözleri fol daşı gibi açılmıştı:

– Vahit’im, kahbe kurşunlar seni de mi yedi, diye bağırdı. Peşinden haykırarak bayıldı. Yüzü kapkara kesilmişti. Vahit odadaki kalabalığa bir anlam veremedi. Ölgün bir sesle:

– Ne var ana? Bu kalabalık ne? Yoğsam şölen mi var?

– Fidan sancılanıyo! Herhal doğum yakın. Dün de odun toplamaya getmiş. Allah vere de düşük olmaya! Muradın olucu inşallah… Sancıya bakılırsa oğlana benziyo…

– Hele bir oğlan doğurmasın, ben o zaman yapacağımı biliyom… Oy anam oy! Kanım, sebil şerbeti gimi akıyo. Damarlarımda kan kalmadı. Daha kurşun dizimin içinde gömülü… Beni kurtar Hatçe Nene kurtar!…

Hatçe Nene, hem ebeydi; hem de cerrah. Doğum yapacak kadını bırakıp Vahit’in yardımına koştu. Bacağını bir kendirle kökünden boğdu. Keskin bıçağı ateşte kızartıp kurşunu çıkarttı. Açılan yaraya, komşulardan sadeyağ buldurdu. Yağı iyice kaynattıktan sonra yaraya akıttı. Bu acıya dayanamayan Vahit bağıra bağıra bayılmıştı. Odanın içinde bir ölüm sessizliği demirlemişti. Kadınların çoğu, korkularından dışarı çıkmışlardı.

***

Fidan, düşle hayal arası, doğum yaptığını biliyordu. “Acaba oğlan mı?” diye heyacanlıyordu. Kendinde değildi. Gök boşluğunda uçar gibiydi. Düşünde Vahit’le konuşuyordu. (Gene mi kız doğurdun avrat?” “N’edim herif? Allah’ın yazgısı! Elimde değil ki!” “Eyleyse üstüne evlenirim avrat!” “Bacım Güllü’yü al herif! Uşaklarımı yadırgı analık eline teslim etme!” “Onu, paşa gönlüm bilir…”) durmadan sayıklıyordu. Düşünde, Vahit’in düğününde halay çekiyordu. Komşular, “Analık oğlanı puşt, kızı o….. eder” diye kendisini korkutuyorlardı.  Hıçkırarak ağlıyordu.

***

Hatçe Nene, gözlerini korkuyla ayırdı. Tüyleri diken diken oldu. Doğum olmuştu. Elindeki çocuktan başka her şeye benziyordu. Kulakları uzun uzundu. Yüzünün ortasında yamyassı bir burnu vardı. Gözleri yoktu. Ağzı çok genişti. Çocuğu eliyle tarttı, “Yedi kilo gelir” dedi. “Allah’ım bu nasıl çocuk!” diye inledi. Gözleri fal taşı gibi ayrılmıştı. Hiç kimse çocuğa bakamıyordu. Bağırtısı çakal uluması gibiydi. Elleri ve ayakları eşit uzunluktaydı. Gövdesine diklemesine saplanıyordu. Tırnakları uzun uzundu. Gövdesi maymuna benziyordu. Elini paçasının arasına attı. Erkekmiş!” diye mırıldandı. Yüzünü buruşturdu. İçinden bildiği duaları okudu. Zangır zangır titriyordu. Bu bize Allah’ın bir ibreti! Kıyamet nişanı! Allah kimsenin başına böyle bela vermesin” dedi.

Çocuk ağzını açtıkça; koca dili, fırıncı küreği gibi dışarıya sarkıyordu. Boynunu ağır ağır sağa sola oynatıyor; insana ürküntü veriyordu. Başı kabuk bağlamamış yumurta gibi bulk bulk ediyordu.

Hatçe Nene, çabucak çocuğu bir çaputa sardı. Topacık ellerini bir türlü elleyemiyordu… Sırtıyla boynu dümdüzdü. Boynu, omuzlarına bitişikti. Çevirince kuyruklu olduğunu gördü. “Acep ne yapsam? Anası görürse deli olur. En iyisi boğmak… Başka çare yok. Bu, bir canavar. Yaşaması. Allah’a isan sayılır!” diye düşündü. Fidan’ın anasını bir köşeye çekip kulağına niyetini fısıldadı. Diğer kadınları dışarıya çıkardılar…

Tam o anda Vahit ayıldı. İnliyordu. “Oğlan isterim oğlan! Çepik söyleyin uşak doğdu mu?” diye homurdanıyordu. Fidan, ölü gibi yatıyordu. Soluk alışı bile duyulmuyordu. Nabzı durmuş gibiydi. Hatçe Nene, “Vah kara yazgılı mehsim, vah oğlan beklerken bak ne doğurdu? Hep şu pis herifin konuşması” diye düşündü. Çocuğu odanın bir köşesine götürdü. Üstüne bir minder bastırdı. Boğacaktı. Vahit çocuğu gördü. Heyecanla:

– Verin oğlumu kucağıma! Şöyle doya doya öpüm, diye bağırdı. Sürünerek kadına doğru yaklaştı. İçinde büyük bir korku vardı.

– Hatçe Nene? Ne var? Uşak; kız mı, oğlan mı? Eğer oğlansa dile benden ne dilersen.

– Kız da oğlan da başına çalınsın. İkisi de değil bir ayrıksı döl! Allah’ın bir canavarı. Allah’tan isterken, hayırlısını istemeli, dedi.

Kalın minderi, çocuğun üstüne iyice bastırıp onu boğdu. “Nenceni de güçlü” diye mırıldandı. Üstüne oturdu. Öleceğine bir türlü inanamıyordu. Titrek bir sesle:

– Ramazan demen, bayram demen! Fukara avrada çullanın! Aha gel de, hünerini gör, dedi.

Vahit, yanına varmıştı. Minderi araladı. Gözleri ayrıldı. Elleri titredi. Yüzü mosmor kesildi. Baygınlık geçirdi. İki elini yüzüne kapattı. Başını yumrukladı. Bütün gücüyle bağırdı. Sesi vahşi ve ürkütücüydü.

– Bu döl benden degel… Bu dölün babası ben olamam. Benim sulbülümden ayrıksı döl gelmez! Elden bunu kimden kazanmışsa kazanmış! Fidan o…. Fidan dalap hayvan… Ben Fidan’ı yaşatmam!… Ben Fidan’ı kurşunlarım!… Beni rezil ettiii… Beni hecil ettiii!… Ben oğlan istedim: O, hayvan doğurdu… Hayvan hayvandan kazanılır… Böyle uğursuz avradın yaşaması doğru degel… Böylesi avradı öldürmeliiii, dedi. Duvarda asılı mavzere doğru süründü…

_________________________________________________

Hareket Yayınları, Sarı Arabalar, Hikâyeler, Şevket Bulut

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.