Beklenmeyen Misafir-1
Sayın Okurlarım;
Zaman zaman elime olayları Kilis’te geçen ilginç hikâyeler geçmektedir. Bunların kaybolmasını istemediğim için sizlerle paylaşmak istedim.
Hikâyeler, Kilis’i anlatan anılar, mekânlar, tarihi bilgiler geçmektedir.
Şimdi sizlere hikâyeci NECDET EKİNCİ’nin BEKLENMEYEN MİSAFİR adlı hikâyesini sunuyorum.
Aslında kendini, köyün camisine gidemeyecek kadar kırık, halsiz hissediyordu. Haftasını dolduran gribi bir türlü atamamıştı üzerinden. Bugün sırf bakkal Tahir’e “Oğlandan mektup var mı?” diye sormak için inmişti. Haftada bir gün ilçe pazarına uğrayan Bakkal Tahir, köyün postasını da toplayıp getirirdi. Yakınlarından mektup bekleyenlerin, pazar dönüşü dükkânına oğul veren arı gibi dolaşmasına rağmen, yine de bu işi bir görev şuuruyla kızmadan, aksatmadan erinmeden yapardı.
Elinde tespihi, ikindi namazından dönen babam, bu çarşamba da merdivenleri yorgun, yıkık bir çehreyle çıktı. Belli ki ağabeyimden yine mektup yoktu ve eli boş dönüyordu. Olsa böyle mi gelirdi ya? Ta çatal kapıdan girerken yılışarak anneme bakmaz mıydı? Mektubu havada sallayıp gevrek gevrek gülmez miydi? “Gız müjdemi ver, oğlundan mektup var!” demez miydi? “Yavrum ciğerim!” diyerek annemi bir telaş almaz mıydı? Babamın elinden kaptığı mektubu bağrına basıp, koklayıp öpmez miydi? Okumam için öfkelenerek beni yanına çağırmaz mıydı? Hiçbirisi olmadı. Annemin merdiven başında umut, hasret dolu bakışları babamın zayıf, mahzun çenesinde donuklaşıp eridi.
Ankara’da askerlik yapan ağabeyimden iki aydır mektup gelmiyordu. Niçin yazmıyordu bilmiyoruz? Doğrusu arayı bu kadar uzattığı da hiç olmamıştı.
Babam hasta hasta sanki ta aşağı mektup için inmemişti. “Var” veya “Yok” demedi. Doğruca, fersiz gün ışığının yuvarlandığı kerpiç duvara ılık duldasına halsizce çömeldi. Belli ki yorulmuş ve üşümüştü. Elindeki ardıçtan bir çöpü ince yontuyordu, aslında can sıkıntısını gideriyordu. Annemin telaşlı halinin aksine sakindi babam.
Anneme baktım, yine üzerinde fırtınadan önceki deniz durgunluğu vardı. Hiç konuşmuyordu. Eklindeki minderli iskemleyi benimle değil de kendisi götürdü babama. İki eli koynunda ürkekçe çömeldi yanına. Usul, titrek, cesaretsiz bir sesle sordu: Yok mu? Gelmemiş, dedi babam gözlerini elindeki çöpten ayırmadan.
Her ikisinin de gözleri suçlu, ezik, yerdeki çöp yongalarına kilitli, bir süre sustular. Sessizlik derinleştikçe yongalar çoğaldı. Annemin gözleri buğulu, sabit; içinde tonlarca ağırlık… Patlamaya hazır bir sessizliğin en çok ben farkındayım. Annem duyulan bir sesle yeniden sordu.
İyice baktın mı, zarfların üzerini tek tek okudun mu?
“Yok” anlamında iki yana başını salladı babam
Ya ilçede?
Olsa gelirdi, dedi omuzlarını silkerek.
Seslenmedi annem. Eli yüzüne dayalı, boynu yana bükük, fakat göğsü derin nefesli.
Gözümde yok hiçbir şey, dedi kahır dolu kırık bir sesle, “Göndermesin! O da çekti kendini naza. Onun da çoluğu-çocuğu olacak yarın. Evlat hasreti nedir o zaman anlayacak. İki ay oldu, el kadar kağıdı çok gördü. Bilmez mi bu oğlan benim yüreğimin yangınını? Çek sen de çek bakalım kendini naza. Hepiniz bana acı vermek için doğdunuz zaten? Başımın yarımcası senin yüzünden! Unutkanlığım senin yüzünden! Kafir, hiç mi yürek yok sende?! Bendeki yürekte sendeki taş mı?”
Yongaların üzerine iki damla yaş süzüldü. Babam konuyu değiştirmek istercesine gün döndü dedi, daha mallar pınara gidecek. Kevenler dövülüp doğranacak kalkmalı ya Allah!
Ellerini dizine vurarak kalktı. İçimden, “Anne ağabeyim askere gittiyse ölüme gitmedi ya! Vatan görevini yapmak için gitti. Kim bilir, belki de kendisi gelecek yakında” diye teselli etmek geçtiyse de cesaret edemedim. Biliyordum ki beni paylayacak. Hani ağabeyime mektubu ben yazıyorum ya… Yazarken nazlanıyor muşum ya… Her dediğini ağzından çıktığı gibi yazmıyor muşum ya…
Nedense her ağıt faslından sonra kabak, benim başıma patlar. Dedim ya, bunu bildiğim için annemden şimdilik biraz daha uzakta ve daha temkinli duruyorum.
Ağabeyim askere gitti gideli annemin gözünün yaşı kurumadı. Bazen gizli bazen açık, iki gözü iki çeşme her gün ağladı. Ağıtlar yaktı. Eski mektuplarını dahi bana kaç kez okuttuğu oldu. Muska gibi bükerek eski kartlarını bozmadı. Ağabeyimin saatli eli çenesinde, bir demet suni gül tutan elinin gözüktüğü inzibat kıyafetli renkli fotoğraflarını bile aynanın çerçevesine itina ile soktu. Her gün ona bakıp iki yana ıralanarak döşüne vurdu, ağıtlar yaktı. “Yavrum kara gözlüm!” dedikçe ağzından bir “Yavrum” daha çıktı.
Artık, ağabeyim sofra başında hüzün, radyoda türkü, bağ-bostan işlerinde ağıt, annemin beğendiği sırma saçlı güzellerin dünürüdür. Bazen de bahçe de adına dikilen gül, penceredeki kırmızı şakayık, sessizliğin hüznü, gözlerin buğusu, uykuların bekçisidir. Kısacası hasret, umut, gözyaşı ve yürekli ağabeyim. Fakat en büyük zararı bana oluyordu. Bir sürü dünürcüm çıktığı halde kısmetlerimin önüne hep taş koyup duruyordu annem. “Ağabeyimin önü açılmadan kıza yol vermek olmazmış da”, bilmem neymiş! Bu gidişle vallahi evde kalacağımdan korkuyorum. (Devam edecek)