Beklenmeyen Misafir-2
Derken bir gün arka sokaktan nefes nefese bir çocuk sesi… Osman dayı, Osman dayı! Hatçe Bibii, Hatçe Bibii….
“Bak kızım kimmiş o?” dedi annem,
Elimdeki tığı ve özenle ördüğüm dantelâyı oturduğum iskemlenin üzerine bırakıp, bir kelebek hafifliğiyle damın süyüğünden aşağı sokağa baktım. Sarı Muharrem’in oğlu Murat. .. Yanakları koşmakdan al al, “Ne var lan?” dedim. “Büyelek tutmuş dana gibi ne bağırıyorsun?”
– Kız Nigar abla müjdemi ver müjdemi!
– Ne müjdesi lan?
– Filik keçinin sütünden bir tas veriyon mu?
– He veriyom, söyle çabuk!
– Misafiriniz var, misafiriniz!
O sırada annem bana baktı. Babam ayağa kalktı. İkisinin de gözlerinde çakmak çakmak bir parıltı.
– Kim lan, hani nerede?
– Hah geliyor! Verecen ha!?
Elindeki değnekle sokağı gösterdi. Baktım kimsecikler yok. Bir şeyler daha söyledi ama anlayamadım. Geldiği yöne koşarak hızla uzaklaştı. Arkasından çağırdıysam da duymadı.
Annemde bir telaş… Gözlerinde müjde dolu bir sevinç parlaklığı… “Çocuk” dedi. Zaten gözüm seğiriyordu. “Eli-ayağına dolaştı. Eve bir misafir ya da haber gelmeye görsün, annemin ya gözü seğirir, ya rüyasına girerdi. Gerçekten görür müydü bilmiyorum, fakat hep öğle söylerdi nedense.
“Demedim mi ben siz, kendi gelecek diye! “Babam çoktan sokakta… Ne zaman inmiş görmedim. Bu arada annem terliklerini bulamadı. Bir yandan da durmadan bana çıkışıyordu.”İçime doğdu” diyordu. Dünde düşümde gördüm. Gelecek tabi, kimin oğlu o?! Annesi kurban kara gözlü yavrusuna. Hele mektup yazmayışında bir iş vardı. Marzıman’ın çocuğunun!” “Marzıman’ın çocuğu” sözü böylesi anlarda annemin en çok kullandığı iltifatlardan biridir. Baktım, annem öylesine telaşlı ki, terliğinin birini, bulsa, öbürünü bulamıyordu. Nihayet ahırın avlusundan kendini zor attı dışarı. Bir ayağı çıplak…
O sırada sokağın köşeden eli bastonlu ihtiyar bir adam gözüktü. Yanında da muhtarların Muhammed İnce suların gümüşten buz bağladığı sokağa yukarı yavaş yavaş konuşarak geliyorlardı. Annem kapı önünde, babam sokağın ortasında heykelleşti. Kısa süren sevincimiz buz üstüne damlayan sıcak mum damlaları gibi dondu. Kuru ayaz annemin buruşuk yanaklarına soğuk-derin çizgiler çekti. Annem geri döndü. “Bekleme orada, gir içeri!” diyerek bana usuldan çıkıştı. Denileni hemen yaptım. Fakat bu sözden genç kız olduğumu ima eden ince bir haz duyup mutlu oldum.
Adamı, babamın kolunda gördüm. Uzun süre görüşmeyen iki samimi dost sıcaklığı içinde yan yana yürüyorlardı.
Sanki babam onu değil de, o babamı eve getiriyordu. Merdiven yukarı çıkana kadar da babamın kolundan çıkmadı. Mutlaka diyordum babamın eski tanıdıklarından biridir. Fakat babam, yorumlayamadığım bir gariplik içinde ürkek ürkek adama bakıyordu. Dudaklarında tedirgin, uçucu bir tebessüm…
Bu arada merdiven altındaki kirli palaz üzerinde gün boyu uyuyan bizim köpek, alttan yukarı durmadan ürüdü. Doğrusu uyanığı hiç bu kadar hırçın görmemiştim. Adam, hırıltılı kalın bir sesle, “Demek Boz Osman sensin ağa!” dedi.
“He” dedi. Babam, mahcup merak dolu bakışlarla…
Eyi bak bakalım ağa, beni tanıdın mı?
Babam, merak dolu gözlerle adama bir kez daha baktı. Hepimiz baktık. Esmer, altın dişli, yelekli, köstek saatli, eli-yüzü düzgün bir adamdı. Üzerinde çok düğmeli, yakası geniş bir Kilis ceketi var. Parmağında altın kaşlı bir yüzük… Güngörmüş şehir adamı olduğu her halinden belli… Babam gibi bir haftalık firez sakallı değil; tıraşlı, kolonya kokuyor. Elleri bile bir başka; ince, uzun, narin.
Bağışla bey, tanıyamadım, dedi babam. “Eşikte kaldık hele içeri buyur!” Misafir odasına geçtiler. Annem. “Hoş geldin edem” değip, misafirin arkasına iki yastık dayadı. Ben, aldığım işaret gereğince kahve yaptım. Esmer, altın dişli adam höpürdeterek iştahla içti. Babamın çekingen ve mahcubiyetine karşılık, adam rahat ve kendinden emindi. Kahvesi bitinceye kadar hiç konuşmadı. Odaya yoğun bir sessizlik hâkim nihayet
“Hey gidi Çapur Abbas’ın oğlu Boz Osman hey!” dedi.
Bir kaşı hilal gibi havada. “Demek beni tanımadın?
Doğru ya, nereden tanıyacaksın?…”
Adamın dışında herkes göz göze geldi. Babamın adını kimin oğlu olduğunu dahi bilen bu adamı şimdi daha çok merak ediyorduk. Herkesin sorgu dolu bakışları yeniden adamda düğümlendi. “Babamın asker arkadaşlarından biridir” diyordum içimden. Doğru ya bunca sene sonra nasıl tanıyacak? Seneler insanı çabuk değiştirir. Ama kalkıp gelmiş işte! Az sonra babamın vefasızlığını yüzüne vuracak; belki de mahcup dolu duygularla yeniden sarılacaklardı. “Vay” diyecek Babam. “Vay! sen misin? Ne kadar da çok değişmişsin?” Ama hiç. Birisi de olmadı. Babamın ketum bir tanımazlık içinde oluşuna gerçekten hayret ediyordum.
”Hele adını bağışla bey” dedi, babam. “Kimsin, nereden gelip nereye gidersin?”
Adam, yarım bir dudakla ekâbir gülümsedi. Önden iki altın dişi ışık verdi. Tecrübeli erkek tavrı içinde, başını birkaç kez öne salladı. İçimden merak sarmaş dolaş.
Bizim uyanığın sesi bir türlü kesilmedi. Adeta kendi kendini yiyordu. Köpeğin bu kadar, öfkelenmesine bir mana verememiştim.
“Kan çekermiş ağa” dedi esmer, altın dişli adam başını yerden kaldırmadan. Fakat “Kan çekermiş” sözü gözlerden yüreklere doğru bir şimşek yalımı gibi yakamozladı. Adam lafın arkasını getirmedi. Gözlerinde bir buğulama, sesinde bir titreme. Cebinden çıkardığı topaç mendiliyle gözlerini kuruladı. Ağladı. Öylesine etkilendim ki, ihtiyar bir adamın boncuk boncuk ağlaması bir başka oluyor, bir başka dokunuyor insana. Bir anda hepimiz suçlandık. Beynimde binlerce soru… Meraktan çatlayacağım. Adım Abbas. Adım sahibimden dolayı Kara Abbas derler. “Kara Abbas” sözü babamın bütün vücudunu zayıf bir elektrik şoku gibi yakalayıp geçti. Gözleri iri iri, önce anneme, sonra bana baktı. Esmer altın dişli adam devam etti: Akrabayız biz, özbeöz amca çocuklarıyız seninle!”
Babamın nemli gözleri adama saplı iki namlu, iki tüneldi şimdi. Boğazında bir kördüğüm… Ağzı yarı açık, şaşkın, donuk… Yüreği bütün şiddetiyle çırpınan yaralı bir kuş… Yüzü kıpkızıl. Namaz kılar gibi diz üstü dimdik oturdu. Bir şey diyecek, fakat sesi çıkmadı. Dudakları kımıl kımıl… Annem, babama daha yakın oturdu. Ben onun yanına diz çöktüm. Hepimiz birbirimize bakıyorduk. Adam az öncekine göre biraz daha soğukkanlı, sakin anlatmaya devam etti:
– Şimdi beni iyi dinle ağa! Bizim dedemizin adı Kara Abbas’tır. Altı kardaşmış. Büyük savaşta hepsi telef olur. Bir de Nigar adlı bacıları varmış ya, ona ne olduğunu bilmiyoruz. (O sırada annem bana bakıyor, adımın Nigar olduğunu şimdi anlıyorum.) Dedemin üç çocuğu olur. Sarı Ahmet, yani senin baban… Hakkı ağa, bu benim babam. Bir de Dursun… Benim babam, Fransız gavuru Kilis’i işgal edince evini, çocuklarını alarak Halep’e gider. Oraya yerleşir, bir daha da dönmez. Senin baban da burada kalır. Diğer amcamız Dursun, Nakıp-ı Safa da Ermeni gâvuruyla çarpışırken şehit olur. Benim şimdi iki kardaşım var. İkisi de Halep’te zenginler, maşallah halleri çok iyi. Ben Kilis’e döneli epey oldu. Kilis’te bir kumaş mağazam iki katlı bir konağımız var. Allah’a şükür halimizden şikâyetçi değiliz. (Devam edecek)