Bir Şehrin Hikâyesi

Ecz. İbrahim BEŞE
Bir varmış, bir yok yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, sinek berber iken… Bir güzel ülke ve bu ülkenin bir de güzel mi güzel, şirin mi şirin, özel mi özel bir kenti varmış. Bu kentin insanları kendi imkanları ile mutlu, huzurlu yaşarken, bir gün mutlulukları sona ermiş.
Zira ülkenin tümü gibi şehirleri de, verimli topraklarına ve paha biçilmez değerdeki kaynaklarına göz diken yabancı ülkelerin askerleri tarafından işgal edilmiş. İşgal edenler, işgallerini masum göstermek için, huzur, zenginlik, adalet ve adına “demokrasi” diyecekleri bir sistem getireceklerini, bunları tesis ettikten sonra gideceklerini söylemişler. Ama söylediklerinin gerçek olmadığı, halka yaptıkları baskı, işkence ile anlaşılmış. Halkın önce değer yargılarına, kültürüne, tarihine, inançlarına, malına, canına ve nihayet dinine ve namusuna el uzatılınca, işgalcilere karşı direnişler başlamış. Bir avuç kahramanın ve kanaat önderinin başlattığı işgale, haksızlığa, hukuksuzluğa karşı çıkış, önce şehrin tüm insanları arasında, sonra da tüm ülkede destek görmüş. Hele birde dünyada eşi benzeri görülmemiş, devrimleri ile dünyanın taktirini kazanmış mavi gözlü, sarı saçlı bir dev güzel adam, bağımsızlık mücadelesine önder olunca, başarı kaçınılmaz olmuş. Bir süre sonra işgalin bedelinin ağır olduğunu anlayan işgalciler, işgallerine son verip ülkeyi ve şehri terk etmek zorunda kalmışlar. Ülke ve şehir yeniden inşa edilmiş, devrimler yapılmış, çağdaş, insan onuruna uygun yasalar çıkarılmış, dirlik düzen yeniden kurulmuş.
Gel zaman, git zaman, aradan yıllar geçmiş, mutluluğa ve huzura yeniden kavuşmuş olan şehirde uyanık, düzenbaz, her kılığa girebilen zübük bir Tüccar ortaya çıkmış. Bu Tüccar yasaların boşluğundan, halkın iyi niyetinden istifade ederek kısa zamanda büyük servet edinmiş. Önce şehrin en verimli tarlalarını, bahçelerini satın almış, şehrin ortasında kendine şaşaalı bir saray yaptırmış. Kent halkından hizmetçiler, yardımcılar, korumalar tutmuş. Tarlalarına, bahçelerine ithal tohum getirip ekmiş. O güne kadar kendi tarım kültürü ve kendi tohumları ile tarım yapan halk, yurt dışından ithal edilen tohumların verimliliğini görünce, bu tohumları tekel olarak ithal eden Tüccar’dan satın alıp ekmişler. Bu tohumlardan yeniden üretim yapmak mümkün olmazmış. Bunlara “genetiği değiştirilmiş tohumlar,” kısaca “GDO” denirmiş. Çiftçiler ilk yıl çok güzel verim elde etmiş, ertesi yıl yine aynı tohumlardan satın alarak ekmeye devam etmişler. Ancak birkaç yıl sonra ürünlerinde bir hastalık peydah olduğunu, bununda ürünlerine zarar verip, verimi düşürdüğünü görünce, koşup, tohumu ithal edip kendilerine satan Tüccar’a durumu anlatmışlar.
Tüccar önce şöyle bıyık altından gülmüş ve “bunun doğal olduğunu, endişe etmemelerini, bu hastalığın ilacının bulunduğunu, onu da ithal edip piyasaya sunacağını” söylemiş. Çiftçiler, yaptıkları parmak hesabı sonunda, ilaca verecekleri ek masrafa rağmen yine de para kazanacaklarını düşünerek, ithal ilaçtan alıp kullanmaya devam etmişler.
Ertesi yıl ekinlerinde, şimdiye kadar ne kendilerinin ne de atalarının görmedikleri bir zararlı ot türü ile karşılaşmışlar. Bu otun ürünlerin büyümesini engelleyerek zarar verdiklerini tespit etmişler. Yine koşup Tüccar’ın kapısını çalmış ve durunu anlatmışlar. Tüccar, “bunun da doğal olduğunu, bu zararlı otların ithal tohumların içinde bulunabileceğini, koruyucu ilacı kendileri için ithal ederek piyasaya sunacağını” söylemiş. Çiftçiler bu durumdan hoşnut olmasalar da, çaresiz bu ilaca da para ödeyerek kullanmaya devam etmişler. Bu defa da ürünlerine dadanan yeni bir haşere türü ile karşılaşmış, Tüccar’dan benzer nasihatler alarak dönmüşler.
Birkaç yıl sonra kullandıkları ithal tohumların eski verimliliğinin düşmeye başladığını, değişen iklim koşullarından olumsuz etkilendiğini görmüşler. Bu defa da Tüccar’dan, “yeni ve pahalı GDO’lu tohumlar getirdiğini, bunların alınması halinde eski verimi elde edebilecekleri” müjdesini (!) almışlar. Bunun sonunun olmadığını görüp, kendi eski tohumlarına dönmek isteyen çiftçilerin ise, o “kara tohum” dedikleri kültürel tohumlarından kalmadığı, dolayısıyla Tüccar’a mahkum oldukları gerçeği ile karşı karşıya kalmışlar.
Bu yolla servetine servet katan Tüccar, inşaat, finans, teknoloji vs sektörlere de girmiş, neredeyse şehrin sahibi konumuna gelmiş. Bu gidişatı endişeyle takip eden, Tüccar’ın aslında şehre yarar yerine zarar verdiğini, tekel olup, kapitalizmin sömürü düzeninin temsilcisi olduğunu söyleyen şehrin aydınları, Tüccar’ın satın aldığı adamlar tarafından anında komünistlikle, bölücülükle, halk ve servet düşmanlığı ve hatta vatana ihanetle suçlanmışlar. Durumdan memnun olmayan çiftçilerin ve aydınların eleştirilerini arttırması karşısında Tüccar, şehre camiler yaptırmış, burada çeşitli vesilelerle mevlitler okutmuş, hatimler indirtmiş, halka bedava gıda paketleri dağıttırmış, hacca gitmiş, en derin (!) şeyhlerin gözde müridi olmuş. Bu yöntemlerle halkın sempati ve güvenini kazanmaya çalışmış.
Fakat çağdışı bu yöntemlerle “herkesi bir defa, bazılarını her zaman aldatabileceğini. Ama herkesi her zaman aldatamayacağını anlayan” Tüccar, servetinin bir bölümünü harcayarak, şehrin bir yakasında binlerce küçük sosyal konut inşa ettirmiş. Bu küçük konutlara, ülkenin dört bir yanından topladığı fakir, çaresiz, kimsesiz aileleri getirterek yerleştirmiş. Şehrin tarihini, kültürünü, demografik yapısını kökten değiştirmek hevesine kapılmış.
Tabii ki hikaye burada bitmemiş!…