Dolar 35,4226
Euro 36,3212
Altın 3.063,15
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Kilis 14°C
Açık
Kilis
14°C
Açık
Paz 14°C
Pts 16°C
Sal 15°C
Çar 13°C

Cin Sırtındaki Bıçak

Cin Sırtındaki Bıçak
A+
A-
05.12.2014
974
ABONE OL

Ahmet ELMALI

Sayın okurlarım;

Zaman zaman elime olayları Kilis’te geçen ilginç hikâyeler geçmektedir. Bunların kaybolmasını istemediğim için sizlerle paylaşmak istedim. Hikâyelerde Kilis’i anlatan anılar, mekânlar, tarihi bilgiler geçmektedir. Şimdi sizlere Şevket BULUT’tan “CİN SIRTINDAKİ BIÇAK” adlı hikâyeyi sunuyorum.

***

Güneş, Gâvur Dağlarını aştığı zaman, eşeğin sırtındaki çocuk, Halil İslahiye şosesini geçmiş; Tahtaköprü İstasyonuna yaklaşmıştı. Ağaçsız kel kafaları andıran tepelerin başı, bakır renginden kurşuni renge dönüyordu. Uzaktan; Karasu’nun, gelmekte olan geceye söylediği ninni, geveze kurbağaların ücretsiz müzik şölenleri duyuluyordu. Çocuk ve eşeği, her adım başında biraz daha karanlığa gömülüyor, gecenin çıkmaz sokaklarında, korkunun üstüne doğru gidiyorlardı. Çocuk elindeki yaş söğüt çubuğuyla eşeğin başına peş peşe darbeler indiriyordu. Fakat eşek, her vuruşta büzülüyor, adımlarını, çocuğun inadına ağırlaştırıyordu. Yol üstünde rastladığı eşek fışkılarını üst dudağıyla burnu arasında sıkıştırıyor, kesik kesik nefes alıp, bütün gücüyle anırıyordu. Her anırışta tekme savurup, yellenmesi, çocuğu çileden çıkarıyordu. Çubukla başına vurdukça, eşek inatlaşıyor, kendi ekseninde bir dolap beygiri gibi dönüp duruyordu. Eşeğin yularını çekmekten çocuğun avuçlarının içi kabarmıştı. Eşek, yol boyunca hiçbir fışkıyı atlamadan koklayıp duruyordu. Sanki yoldaki fışkıların hatırından geçemiyordu.

Çocuk, sabah ezanıyla birlikte yola çıkmıştı. “Dört ayak” değirmenine arpayla karışık iki kile buğday götürmüştü. Aksine, su değirmeni çok kalabalıktı. Saatlerce sıra bekledi. Haşarı eşeği, değirmen önünde bağlı diğer dişi eşeklere hiç rahat     vermiyordu. Kaç kez sağlam yularını kırmıştı. Yaşlı değirmenci, çocuğa kızıp duruyordu. “Sütten kestikleri çocuklarını değirmene gönderiyorlar! Bir dahaki gelişinde baban, hovarda eşeğinize bir de kancık eşek katsın….” diye, çocukla alay ediyordu. Çocuğun sırası gelip unu öğütüldüğü zaman, gölgeler uzamış, köylüler ikindi namazına durmuşlardı. Değirmenci parasını ve undan payını aldı. Un çuvalını yüklerken, çocuğa yardım etti. Sabahtan beri aç olduğunu bildiği için, ona yarım kömbe verdi. Çocuk sevinçle yarım kömbeyi koltuğuna sıkıştırıp değirmencinin elini öptü. Değirmenci, seyrek, kazma gibi iri dişlerini göstererek güldü. Göksündeki kıllar üstüne birikmiş unları silkerek, “Bir daha zırdeli eşekle değirmene gelirsen, ayaklarını kırarım senin eşek, huysuzluğu babandan mı öğrenmiş?” diye çocuğa takıldı.

Değirmencinin ak göğsünün hayaliyle eşeğe vurmasını unuttu. Birden hayal dünyasından sıyrılınca, eşeğin Karasu’yun ortasında durduğunu gördü. Eşek, hem su içiyor, hem de suyun ortasına işiyordu. “Eşekler de hep suya işerler” diye güldü. Eşek suyun ortasına yatmak istiyordu. Yularını sertçe çekti. “Çüşş!” diye bağırdı. Başına yaş çubukla birkaç darbe indirdi. Eşek, başını suya doğru eğip yürüdü. Kabuğu kavlamış çubuk, ufuktan yükselen ay ışığı altında bir kılıç gibi parlıyordu. “Ay’ın doğduğu iyi oldu; karanlıktan korkuyordum” diye düşündü. Suyun üzerine düşen koyu gölgelerine baka baka, eşeği sürdü. Uzaktan çakal ulumaları, köpek havlamaları, içine anlamsız korkular taşıyordu. Hava serin olmasına rağmen, soğuk soğuk terliyordu. Oysa Karasu’yu çok iyi bilirdi. Kaç kez balık avına gelmiş, suyun üzerine doğru uzanan yabani asmalardan siyah kuş üzümleri toplamıştı. Söğüt dallarındaki bülbül yuvalarının sayısını, içindeki yumurta ve cücük miktarlarını bilirdi. Fakat      nedense bu geceye yabancıydı. Sayısız tümsekler ardından garip sesleri bir türlü tanıyamıyordu. Gece ağzını açmış durmadan ona doğru korku üflüyordu…

Suyu geçip birkaç metre ilerleyince, eşeğin yakınında bir siyah köpek peydahlandı eşeğin ardından kuyruğunu sallayarak koşuyordu. Ay ışığında kırmızı dilini, beyaz dişlerini     çocuğa gösteriyordu. Parlak gözleri, bir çift çam çırasını andırıyordu. Tüyleri koyu siyah ve parlaktı. Boynunda beyaz bir benek vardı. Çocuk dikkatlice bakınca, kuyruğunun ucunda da bir beyaz şerit olduğunu gördü. Köpeğin gölgesi durmadan büyüyordu. Eşekte köpekten korktuğu için, her önüne çıkışta yerinde çakılıp kalıyordu. Köpek koşarken, bir küre gibi yuvarlanıyor, her yuvarlanışta çocuğun korkusu da büyüyor, büyüyor içine sığmaz oluyordu. Kalbinin çarpıntısını duyar gibiydi. Bu siyah varlık, köpek olamazdı. Anasının ona anlattığı “Cin” olmalıydı Eşeği durdurdu, köpek de durdu. Eşek köpeğe kulaklarını dikmiş, ters ters bakıyordu. Çocuk köpeğin yüzünde bir alay okur gibiydi. “Bu köpek tekin değil!” diye düşündü. Sanki ağzını açıp ona birşeyler söylemek istiyordu.

Koltuğundaki kömbeden büyücek bir parçayı koparıp ona fırlattı. Köpek çevik bir davranışla kömbeyi havada kaptı; yolun kenarına götürüp iştahla yemeye başladı. Ağzının şapırtısı kurbağa seslerini bastırıyordu. Köpek kömbeyi yiyinceye kadar, çocuk da eşeğini hızla sürdü. Eşek, önü yokuş olduğu halde, tırısa kalkmış, hızla koşuyordu. Çocuk: “Eşek de benim gibi bu cinden korkuyor” diye düşündü. Siyah köpek, az sonra havlıya, havlıya onlara yetişti. Çocuk elindeki çubukla köpeğe vurmaya çalıştı; fakat başaramadı. Köpek fazla yaklaşmıyordu.

“Hoşt! Hoşt!” diye bağırdıkça, hoplayıp zıplıyordu. Onunla alay ettiği belliydi. Kömbenin tamamını geriye doğru fırlattı. Oysa birazını yemiş, gerisini de annesine ve kardeşlerine götürmeye karar vermişti. “Taze kömbe, bu pis cine kısmet oldu” diye hayıflandı. Köpek kömbeye doğru koşarken, eşekte bütün gücüyle dik yokuşa doğru tırmanıyordu.

Kanter içinde yokuşu çıkıp düzlüğe vardıklarında, bir daha köpeği görmediler. Eşek de rahatlamış gibiydi. Çocuk, “İyi ki sustalı bıçağımı yanıma almışım” diye düşündü. Arsız eşek, tehlikenin geçtiğini anlayınca, yine ay gölgesinde bulduğu      fışkıları koklayıp, burnunu havaya kaldırmaya başladı. Çocuk, “Bu da senin enfiyen, kokla bakalım namussuz!” diye keyifli gülüyordu. İçindeki korku ağırlığı nispeten hafiflemişti. Korkusundan mı, yoksa sevinçten mi olduğunu kestiremediği bir ıslık tutturdu. Eşek kulaklarını dikmiş, hem yürüyor, hem de dinliyordu. “Eşekler de müzikten hoşlanır mı acaba?” diye düşündü. Sonra aklına, öğretmeninin sözü geldi “Eşek hoşaftan anlamaz…”

Kilis’i özlemişti. Öğretmeni, okul arkadaşları, birer birer gözünün önüne geldi. “Eşek hoşaftan anlamaz ama belki müzikten anlar!” diye gülümsedi. Fakat içindeki korkuyu hâlâ bir tarafa itememişti. Koyu çalı gölgelerine kocaman kayaların kuytularına, çam ağaçlarının tepelerine bakamıyordu. Bütün tabiat canlı gibiydi; titreyip duruyordu. Çok susadığı halde, yokuşun başında ulu çınarın altındaki pınardan su içememişti. Çınarın kalın dalları arasında sayısız cinler, ona sırıtıyorlardı…

Dalgın dalgın ilerlerken, çalılar arasından iki tavşan sıçrayarak eşeğin önünden geçip bayıra tırmandılar. Havada top gibi sekerek gidiyorlardı. Eşek, önce kasıldı; sonra bütün gücüyle ileri atıldı. Çocuk, yularına bir türlü sahip olamıyordu. Eşek, frensiz araba gibi istediği yöne koşuyordu. Bu koşu çok uzun sürmedi. Tökezleyip çocukla birlikte yere yuvarlandılar. Çocuğun sol ayağı çuvalın altında kalmıştı. Eşek, bir iki debelendikten sonra, ayağa kalktı. Kürtünü bir yana düşmüştü. Karnının altına girdiğinden yürümesine engel oluyordu. Durmadan anırıp tekmeler savuruyordu. Çocuk, ayağını çuvalın altından zorlukla kurtardı, Ayağı parmak ucundan dizine kadar zonklayıp acıyordu. Issız gecede, kara kara düşünmeye başladı. Kendisini değirmene gönderen üvey babasına dakikalarca küfürler savurdu. Anası: “Bu çocuk daha küçük, değirmene gidemez! Sen kahvede kumar oynayacağına, gitsen olmaz mı?” dedikçe, “Eşek kadar oldu; evlendirsen yok demez. Şehirde mektep okuması kolay; biraz çalışsın da adam olsun diye, anasını haşlamıştı. Kahrından ölecekti. Bu dağ başında ne yapabilirdi? Eşek de kara kara düşünüyordu. Kulaklarını yana indirmiş, uyuklar gibi bir hali vardı. Yuların sol eline doladı; sağ elini şalvarının cebine sokup, sustalı bıçağını kavradı. Üzerine oturduğu un çuvalı yumuşadıkça yumuşadı. Göz kapaklarındaki ağırlık, gecenin bütün uykusunu bakışlarına yığıyordu. Serin gecede, asırlık bir uykuya daldı…

Omzunda bir ağırlık duyup irkildi. Karşısında uzun boylu, geniş omuzlu, kocaman kafalı bir adam, çam yarması gövdesiyle dikiliyordu. Ağzı, burnu beyaz bir tülbentle sarılıydı. Ay ışığında gölgesi, çalılıkları aşıp, tepeye doğru tırmanıyordu. Hayatında bu kadar uzun boylu bir adam görmemişti. Adam,        “Ne oturuyorsun oğlum?” diye sordu. Sesi derin bir kuyu dibinden geliyor gibiydi. Boğuk ve kalındı. Çocuk zangır zangır titriyordu. Zamanı bir türlü tahmin edemedi. “Herhalde çok uyumuş olmalıyım” diye düşündü. Adam tekrar sordu. “Gece yarısı bu dağ başında ne işin var? Kurda, kuşa yem mi olmak istiyorsun?” diye bağırdı. Sesinde gizli bir öfke vardı. Çocuk titriyerek, “Eşek yükü devirdi” diyebildi.

Adamın bir eli omzundaydı. Kocaman elleri vardı. Uzun uzun kıllara bakıp, “Bu cin olmalı” diye düşündü. Cinlerin, her canlının kılığına girebileceklerini anası anlatmıştı. İnsan kılığına girdikleri zaman burunsuz, top ayaklı, uzun boylu olacaklarını söylemişti. Adamın yüzü sarılı olduğuna göre, ondan burunsuz olduğunu gizlemek istiyordu. “Bu cindir” diye kesin kararını verdi. Sağ elindeki sustalıyı biraz daha sıktı. Elindeki bıçağı bir türlü hissedemiyordu. Adam, “Kalk da sana yardım edeyim!” diye seslendi. Çocuk korkuyla bir tarafa çekildi. Titremesi artmıştı. Adam, önce eşeğin semerini düzeltti. “Palan gevşemiş” dedi. Sesi hiç de insan sesine benzemiyordu. Uzun kollar, evlerinin toprak damlı merteklerini andırıyordu. “Beli kaç kulaç gelir acaba?” diye düşündü.

Adam çuvalı kuş tüyü tutarcasına kaldırıp eşeğin üzerine attı. Başındaki kasket kulaklarına inmişti. “Bizim yayla çadırlarını andırıyor” diye içinden geçirdi. Adamın yüzünü görebilmek için, başını havaya kaldırması gerekiyordu. “Kilis’teki minareler gibi uzun” dedi. Adam: “Hadi seni eşeğe bindireyim; ben olmasam, sabaha kadar ayazlayacaktın…” dedi. Çocuk        öfkeli ve korku saçan bir sesle “Binmem” diye bağırdı. Adam çocuğun korktuğunu anlamıştı. Dişlerinin çatırtısını bile duyuyordu. “Seni değirmene gönderenlerin gözleri kör olsun!” diye bağırdı. Çocuk içinden “Senin gözlerin kör olsun” dedi. Adam, “Mademki sen binmiyorsun, öyleyse ben bindireyim” diyerek bir ayağı eşeğin üstüne attı. Kolay bir hareketle eşeğin üstüne kuruldu. “Çok yorgunum, karnım da aç,” diyerek eşeği sürdü. “Hadi arkamdan gel!” diye bağırdı. Ayakları yerde sürünüyordu. “Gün doğmadan Kilis’te olmalıyım” dedi. Eşeğin karnı, yere değecek kadar kavislenmişti. Can derdine düştüğü için anırmayı, fışkı koklamayı unutmuştu. Çocuk içinden, “Dinsizin hakkından imansız gelir” diye geçirdi. Eşeğe çok kızıyordu. Bütün bu işler, başına onun yüzünden gelmişti. Adam birçok sorular sordu. Çocuk hep kestirme cevaplar veriyordu. Eşeğe binerken, adamın belinde kocaman bir tabanca görmüştü. “Demek cinlerin de tabancası olurmuş!” diye düşündü.

Cebindeki sustalı bıçağının emniyetini kapatmıştı. Bıçak şalvarının cep astarını delip, derisine dokunuyordu. Adam, “Senin adın ne delikanlı?” diye sordu. Çocuk yutkunarak, “Halil” diyebildi. “Baban yok mu senin? Nasıl oldu da seni değirmene yalnız gönderdiler?” Çocuk yine kestirmeden cevap verdi: Üvey babam var, o iş yapmasını sevmez. Ben tatil dolayısıyla köye geldim; su değirmenini merak ediyordum…” dedi. Adam geriye dönüp, “Demek sen mektebe de gidiyorsun ha?” diye sordu. Çocuk, dizlerine taş bağlamışlar gibi, adım atamıyordu.

Oysa eşek, çok hızlı gidiyordu. Yetişmekte güçlük çekiyordu. Adamın gölgesi koca yolu kapatmıştı. Çocuk bu gölgenin dışına bir türlü çıkamıyordu. Adamın hizasına gelip bütün gücüyle bağırdı. “Sen cinsin!…”Adam dönüp çocuğa hayretle baktı, “Ben   cin miyim?” diye kaba kaba güldü. “Korkma” dedi. “Dünyada cin diye bir şey yoktur. Büyüdüğün zaman, bunun bir safsata olduğunu daha iyi anlarsın!”

Çocuk adama bir türlü inanmıyordu. “Sen cinsin, boşuna beni kandırma” diye diretti. Karasu’nun kenarında köpek kılığına girdin; yokuşun başında koca ağaç oldun, düzlükte tavşan olup eşeğimi ürküttün!” Adam kahkahayla gülüyordu. Sesi sık ve koca gövdeli ağaçların arasında yankı yapıyordu. Bu ses çocuğun korkusunu biraz daha büyütüyordu. Adam, “Ben de senin gibi insanım. Hiç cin olsam, sana yardım eder miydim?” diye sordu. Çocuk, “Senin gibi insan olmaz!” diye bağırdı. “Boyun gökleri yırtıyor, ayakların yerde sürünüyor!” dedi. Adam eşekten indi. Çocuk geriye doğru kaçtı. Adam, “Korkma!” dedi.

“Söyledim ya, ben de gibi insanım. Sen daha önce korkmuşsun. Gündüz olsaydı, bu kötü düşünceler aklına gelmezdi…” diye gülümsedi. Çocuk hiddetle, “Peki, niçin yüzün kapalı?” diye sordu, yine kahkahayla gülerek, “Ben kaçakçıyım. Yüzümü kapatmaya, gece yolculuk yapmaya mecburum. Bütün servetim, şu torbanın içinde…” dedi. Tekrar eşeğe bindi, “Haydi gidelim, kaybedecek zamanım yok” diyerek eşeği sürdü. “Sen esrar nedir bilir misin?” diye sordu. Çocuk:  “Bilmem!” diye boyun büktü. Adam, heyecanlı bir sesle, “Bu torbanın içi esrar dolu, bütün servetim bu torbada” dedi. Fakat çocuk, onun anlattıklarına inanmıyordu. Bütün anlattıklarını, bir tuzak sanıyordu. “Cinler de yalan söylerler” diye düşündü.

Köyün sönük ışıkları görünmüştü. Derin bir nefes aldı. Adam: Sana neden yardım ettiğimi biliyor musun?” diye sordu. Çocuk öfkeli bir sesle, “Sen cinsin! Beni tuzağa düşürmek için sahte dostluk numaraları yapıyorsun” dedi. Adam, yine güldü, “Bu cin hikâyesi senin aklına kötü saplanmış. Ben cin falan değilim; karnım aç, köye yaklaşınca seni yol kenarında bekleyeceğim. Bana ekmek getirir misin?” diye sordu. Çocuk, hiç cevap vermedi. Durmadan cebindeki bıçakla oynuyordu. Önlerinde mezarlık vardı. Mezarlık cinlerin yuvasıdır” diye düşündü. Orayı da geçerse kurtulacaktı.

Eşek, her adım başında biraz daha hızlanıyordu. Köya yaklaşınca o da yavuzlaşmıştı. Mezarlığa kadar, konuşmadan yürüdüler. Çocuğun bakışlarındaki korku, yavaş yavaş yoğunlaşıyordu. Mezar taşları canlı gibi eğilip kalkıyorlardı. Asırlık ağaçlar, korkunç sesler çıkarıyorlar, köpekler acı acı uluyorlardı. Adam mezarlığın bitiminde eşekten indi. “Ben seni burada bekleyeceğim. Sakın beni gördüğünü kimseye söyleme. Sadece ekmek getir, kafi. Bir baş kuru soğan da olursa, memnun olurum” dedi. Çocuk hala titriyordu. Adam, alaylı bir sesle, “Eğer dediğimi yapmazsan, gelir seni yatakta boğarım ha!” diye şakalaştı. “Bilirsin cinler kapalı kapılardan bile girerler!…” Çocuk, bu ihtar karşısında çok korktu. Dediği çıkıyordu. Bu adam değil, bir CİN’di. Adam, yolun kenarına oturdu. Torbasını dizine koyup, koynundan sigara çıkardı. Tabaka, ay ışığında parlıyordu. Rüzgâra sırtını dönüp sigarasını sarmaya başladı. Sırtı çocuğa dönüktü. Çocuk, sağ elini cebinden çıkardı. Sustalı bıçak, bir yılan dili gibi havada kıvrılıyordu. Adama doğru yavaş yavaş yaklaştı.

Adam, sigarasını sarmış; rüzgârdan sönen çakmağına ceketini siper yapmak için, iyice eğilmişti. Koca gövdesi iki büklüm olmuştu. Tam o anda, çocuk, sivri bıçağını iki avucunun arasında sıkıp, kollarını havaya kaldırdı ve bütün gücüyle indirdi. Keskin bıçak, adamın belinin ortasına çakılı kaldı. Önce “Ahhh!” diye bir çığlık duyuldu. Adam, yan üstü düştü. Elini tabancasına attı. Çocuk birkaç adım geriye çekildi. Yerde kıvranan adama dikkatlice bakıyordu. Sırtında bıçağın gölgesi, yerde bir yılan gibi uzuyordu. Adam, tabancasını çocuğa çevirdi. Çocuk hala titriyordu. “Neden yaptın bunu?” diye kesik kesik haykırdı. Çocuk        haykırarak, “Sen cinsin! Sen cinsin!” diye bağırdı. Adam kolunu daha fazla havada tutamadı. Kolu dermansızca düştü. “Git buradan! Hadi git! Seni öldürebilirim…” diye inledi. Çocuk bütün hızıyla köye doğru koştu. Her adım başında dönüp arkasına bakıyordu. Mezar taşları, siyah köpek, koca ağaçlar, yolda gördüğü tavşanlar, gökteki ay ve yıldızlar, üstüne üstüne geliyorlardı.

“Bıçak sırtında saplı kaldı; artık bana kötülüğü dokunmaz!” diye güldü. Alnında biriken terleri koluyla silerek, “Cini öldürdüm!… cini öldürdüm!…” diye bağırdı.

________________________________________________________

Kilis 1967, Hareket Yayınları, Hikâyeler, Al Karısı, Şevket Bulut.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.