Hayaller ve Hayatlar-16
Göher GÜLER
– Peki benden ne istiyorsunuz, nasıl bir yardım istiyorsunuz?
– Beni çocuklarıma götürebilir misiniz?
– Anlamadım! Lütfen çıkın dışarı Beyefendi!
– Kızmayın lütfen, çıkıyorum diyerek, üzgün bir şekilde kapıya yöneldi kibar beyefendi. Aysel, çok sinirlendi, ellerini yumruk yaptı, dişlerini sıktı. Beyefendi kapıya doğru giderken, fötr şapkasını, gözlüklerini, takma bıyığını ve top sakalını çıkardı. Arkasını dönüp geri baktı. Aysel başını önce eğmiş, bir ayağını “pıt pıt” yere vurarak; fötr şapkalı, laf anlamaz adamın dışarı çıkmasını bekliyordu…
Sesini değiştirmişti İsmail. Kibarlaştıkça kibarlaşıyordu. İstanbul ağzıyla konuşuyordu, bir de takma bıyık ve top sakal takmıştı, Aysel tanımasın diye. Normal ses tonuyla;
– Aşk olsun Aysel, beni tanımadın mı dedi? Aysel afalladı, kafasını kaldırdı, şaşkın şaşkın baktı, dili tutuldu. Bir an delirdiğini sandı. İsmail’in sesiydi bu.
– İs…, İs…, İsmaiil! İsmaiil! Aman Tanrım! İsmail! Koştu sarıldı İsmail’e, İsmail de ona. Heyecandan neredeyse, yere yıkılacaktı, ayakta zor duruyor, sendeliyordu. İkisi de gözyaşlarını tutamıyordu. Mutluluk gözyaşları süzülüp akıyordu, yanaklarından aşağı. Ağlamakla gülmek birbirine karışmıştı. Bacakları titriyordu Aysel’in, kontrol edemiyordu. Kalbi yuvasından fırlayacakmış gibi çarpıyordu. “Seni numaracı seni” diyerek, apar topar çantasını aldı, koluna taktı.
– Tekerlekli sandalye nerde dedi? Aceleci bir ses tonuyla…
– Onu Almanya bıraktım, Turkiye geldim dedi gülerek.
– Tam Helga yenge gibi konuştun dedi Aysel. Kahkaha attılar. Bugün kendime izin veriyorum, İsmail’im.
– O halde, evimize gidelim Aysel’im dedi İsmail.
– Çocuklarımız büyüdü İsmail, görünce çok şaşıracaksın.
– Gördüm bile dedi gülerek. Önce eve gittim. Nasıl da büyümüş, yavrularımız. Öptüm kokladım, sana geldim Aysel’im.
– Madem çocukları gördün, bugün eve gitmesek, İsmail’im? Kol kola yürüsek. Sonra da bir otele gitsek… Hani biz “balayı” yapmadık ya, dedi gülerek. Yürüyebilir misin?
– Yürürüm tabii! Bastonum var bak dedi, elindeki demir bastonu göstererek. Aslında pek ihtiyacım yok da, şimdilik bastonu bırakamam. Düşerim diye tedirginlik yaşıyorum. Klinikten çıktılar kol kola. Aysel inanamıyordu, kocası kolundaydı. Yürüyordu İsmail, ağzı kulaklarındaydı ikisinin de. İsmail hep umutsuz konuşuyordu. O yüzden böyle bir şey beklemiyordu Aysel.
– Beni niye kandırdın İsmail?
– Sürpriz yapmak istedim. O zaman sürpriz olmazdı, hayatım. Seni nasıl işlettim ama dedi gülerek.
– Az daha kafana ayakkabının topuğunu yiyecektin kafana, haberin var mı dedi Aysel, gülüştüler. Öyle çok yürümüşlerdi ki, saatin ilerlediğinin farkına bile varmamışlardı. İsmail’in beli ve sağ bacağı biraz ağrımıştı ama belli etmiyordu. Adım attıkça, elindeki baston “tık tık” yere vuruyor, ritmik bir ses çıkarıyordu. “Tık tık” sesi Aysel’in kulağına melodi gibi geliyordu. Ruhunu okşuyordu adeta. Kocasının koluna yapışmış; bir yere kaçacakmış gibi, bırakmıyordu Aysel. İsmail yaşadıklarını, tedavi sürecini anlattı. Çok zorlu bir süreç geçirmişti. Ameliyat üstüne ameliyat… “Eğer Dr. Davit olmasaydı, geri gelirdim, Davit’e, dayına ve Helga yengeye, maddi manevi çok borçlandık” Aysel’im dedi.
– Olsun, çalışır öderiz hayatım. Sen iyileştin ya gerisi önemli değil dedi.
– Altı ay sonra kontrole gideceğim.
– Birlikte gideriz İsmail’im, bir de orda balayı yaparız” dedi Aysel gülerek.
– Balayı ha, seni gidi seni diyerek, Aysel’in burnunu sıktı İsmail.
– Burnumu sıka sıka büyüttün İsmail. Bak Pinokyo’nun burnu gibi oldu dedi gülerek. Ne oldu biliyor musun İsmail’im? İnanamayacaksın!
– Ne oldu hayatım?
– O soysuz Süleyman var ya, katil Süleyman!
– Ee, ne olmuş o ite? Nerden çıktı, o soysuz?
– Aynı zamanda ırz düşmanıymış. Şimdi cezaevinde.
– Cezaevinde mi, sen ne diyorsun Aysel’im, nerden biliyorsun?
– Sonra sana uzun uzun anlatırım. Şimdi tadımızı kaçırmayalım hayatım. Tesadüf oldu. Zavallı bir kızın hayatını karartmış soysuz.
– Sema’nın mı? Vah vah!
– Sema değil, ayrılmışlar Sema ile. Başka bir kızcağızın… Ortaokula giden bir sabinin.
– Vah vah, yazık zavallı kıza! Gebersin o delikte soysuz it!
– Nasıl oldu Aysel’im?
– Sonra sana tek tek anlatacağım sevdiğim. Ağzıyla itiraf etti soysuz, hem sana çarptığını hem de zavallı yavrucağa tecavüz ettiğini. Yaptığının cezasını çekecek soysuz, peşini bırakmayacağız. İçeriden çıkamaz kolay kolay…
Aysel’le İsmail yorulmak nedir bilmeden yürüyorlardı. Ne çok birikmişti konuşacakları. Ne çok özlemişlerdi, birbirlerini. İsmail yokken çocukları nasıl büyüdü, neler yaptılar, her aşamasını anlattı.
– Bana “mamma” diyorlar İsmail’im.
– Bana da “bab bab” dediler. Bir tuhaf oldum Aysel’im. İsmail ne çok arzu ediyordu, karısıyla kol kola yürümeyi. Sonunda hayalleri gerçek olmuştu. Aysel’in yumuşacık kolunda yürürken, dünyanın en büyük servetine konmuş gibi, zengin hissediyordu kendini İsmail. Gerçekten tekerlekli sandalyeyi Almanya’da bırakmıştı. Bir ihtiyaç sahibine vermişti. Hem konuşuyorlar hem de hayallere dalıyorlardı. Üvey annesi Leyla; onları odaya kapattığında ne çok korkmuştu Aysel. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Ya İsmail, sütü bozuk bir insan olsaydı! Ya Aysel’i kullanıp atsaydı. Ne olurdu hali. Hayali bile ürkütüyordu Aysel’i. Bir anda sessizleşti Aysel. İsmail çimdik attı. “Ne oldu Aysel’im sessizleştin.” “Hiç hayatım, dalmışım işte…”
Etrafı akasya ağaçlarıyla kaplanmış stabilize yolda, bir ağacın altında mola verdiler. Akasya ağaçlarının, rüzgârda sallanan, narin yapraklarının hışırtısı, muhabbetlerine arka fon müziği gibi eşlik ediyordu. Yeni âşıklar gibi, birbirlerinin gözbebeklerine bakıyorlardı. Elleri yapışık ikizler gibi, birbirinden ayrılmıyordu. Aysel İsmail’in, kapkara gözleri içinde kayboluyordu. İsmail, Aysel’in altın sarısı saçlarını, aheste aheste okşuyor, parmaklarının arasında havaya doğru savuruyordu. Aysel, çivit mavisi takım elbisesinin içine, krem rengi bir gömlek giymiş, aynı renkteki fularını, ceketin üstünden aşağı doğru sallamıştı. Fuların uçları, rüzgârda hafif hafif havalandıkça, İsmail’in yüreğini deliyordu. Aysel’den gözlerini alamıyordu. Ne kadar zarif ve güzel görünüyordu eşi gözüne. Yeniden sevdalanmışlardı birbirlerine…
– Aysel’im, benim güzel sevdiğim. Şimdi sana bir mektup okuyacağım ama sakin olacaksın, tamam mı meleğim?
– İsmail’im mektubu okumadan önce sana bir şey söyleyeceğim. Diyorum ki, babama bize yakın yerde, küçük bir ev tutsak. Herkesin, “babanıza niye bakmıyorsunuz? Üç çocuksunuz, adamcağız bir başına perişan kaldı” demesinden bıktım.
– Sen bilirsin Aysel’im. Olur tabi niye olmasın.
– Mektup diyordun?
– Ha evet mektup. Baban Leyla’sına yazmış, Almanya’da bir akraba verdi bana, ziyaretime gelmişti. Leyla’yı bulamamış. “Babana geri ver” dedi. Ben de getirdim.
– Ne mektubuymuş bu İsmail’im?
– Bak okuyorum dinle! “Canımın yarısı Leyla’m, sarı kanaryam… Şu cihanda, benim senden başka kimsem yok. Çocuklarım hayırsız çıktı. Bir selam bile salmadılar. “Bir babamız vardı, öldü mü kaldı mı” demediler.
– Tamam yeter İsmail, dinlemek istemiyorum! Duymak istemiyorum!
– Dinle hayatım. Daha neler yazmış neler. “Benim ceylan bakışlım, ala kekliğim. Dalında yeni açmış gonca gülüm. Halimi derdimi bilenim, can yoldaşım, ben olanları unuttum, sen de unut, yine eskisi gibi…”
– İsmail yeteer! Yeter diyorum! Yanımızda ev tutmaktan vaz geçtim. Ne hali varsa görsün! Mazoşist bu adam mazoşist!
– Bak bak, neler de öğrenmiş benim meleğim. Mazoşist neymiş Aysel’im?
– Babam gibi aşağılanmaktan, kendisine eziyet edilmesinden hoşlananlar işte, dedi sinirli bir şekilde.
– Tamam devamını okumuyorum hayatım.
– Evlatları hayırsızmış, ceylan bakışlıymış, ala keklikmiş, sarı kanaryaymış. Kanarya görmesek; bize yutturacak kadını kanarya diye, tövbe tövbe…
– Aa, ben sana niye sarı kanaryam demiyorum dedi gülerek.
– İsmaiiil! Ben istemiyorum, kanarya manarya!..
– Sarı kanaryam, sarı kanaryam dedi İsmail, gülerek. Aysel gözlerini devirdi, sert bir bakış attı İsmail’e. Kısa bir sessizlikten sonra gülmeye başladılar. Kahkahaları akasya ağaçlarının yeşil yaprakları arasından gökyüzüne süzülüyor, kuşların kanat çırpışına eşlik ediyordu. Onlar kahkaha attıkça; sevgilerinin sesi, dağları tepeleri aşıyor, evrene yayılıyordu.
Biraz mola iyi gelmişti onlara. Moladan sonra; Konuşa gülüşe, kol kola, “tık tık tık” yürüdüler yürüdüler… (Devam edecek)