Hobi ve Kilis’te Sinema Kültürü
Mahmut KANMAZ
Bugünkü yazımızın konusu, Kilis’te eskinin eğlence ve zaman geçirme eylemleri merkezinde olacak değerli dostlarım.
Kilis’te, süreç olarak çok fazla vakit geçirmemiş olmama rağmen, demek ki yaşadığımız şeyleri, dolu dolu bünyemize almış, bunları öylesine içselleştirmişiz ki, şimdi kelimeler bir tüy hafifliğinde yazıya dökülüyorlar. Hani derler ya, “ne kadar uzun yaşadığın değil, o yaşamı ne denli yararlı ve olumlu bir şekilde geçirdiğin önemlidir.” Aynen öyle, ben de Kilis’te her yıl yaşadığım 3 ayı, anı heybeme, tıka basa doldurarak değerlendirmişim demek ki. Daha önce değinmiştim, bizim ailenin eskiden temel mesleğinin, “Yapıcılık” olduğunu, ancak bugün her çeşit meslek grubuna sahip, yeni bir neslin, geriden gelmekte olduğunu görebiliyorum. Ancak yine de, güzel sanatlara yönelik tercihlerin daha bir revaçta olması da ayrı bir mevzu. İşte, resim, müzik, mimari, el sanatları bunlardan başlıcaları…
Bu kısa fragman, yani tanıtımdan sonra, gelelim asıl konumuza. Hani bir yazının üç aşaması vardır ya, bilinen. Giriş, gelişme ve sonuç. Tabi ki esas iskelet bunun üzerine kurulur, ama ben biraz serbest yazmayı sevenlerdenim. İsterim ki, duygular ve ifadeler dile gelirken, kısıtlayıcı kurallar olmasın. Bunları da, alakasız gibi düşünebileceğiniz, “daldan dala atlama hali” gibi bir eziyetle karşılaşırsanız, temkinli olun demek babında yazdım. Affola…
Çocukluk ve gençlik dönemlerimin Kilis sayfası oldukça doludur. Az sürede birçok anı… Kilis’te en az 50 yıl öncesinden bahsediyorum. Oyalanacak şeyler arasında, hep beraber gidilen yaban, bağ ve bahçe anıları başta gelir. E şimdi durup oturup hep de bağa, bahçeye gidecek değilsiniz. Diğer zamanlar ne yapılırdı? Biz erkeklere mahsus bir havuzumuz vardı, benim jenerasyonumda olanlar hatırlayacaklardır. Kadınlar için durum daha bir farklıydı. Öğlen sıcağında, kaynana özellikle gelinini veya kızını bacısını yanına alır, giyinip süslenerek, düşerlerdi Kilis sokaklarına. Öğlen sıcağı dedimse de, tam öğlen vakti gidilmesi eylemini kastetmedim. İkindi vakti, ama sıcak için “öğlen sıcağı” tabiri vardır ya, o bakımdan. Mantolar, günün modası elbiseler, hepsinden önemlisi, yeni gelinin kolunda ışıl ışıl yeni takıları, bilezikleri, hepsi de yürüyen kuyumcu misali. Sebep, kayınvalidenin etrafa karşı atılacak havası vardır. Bakın bize, görün bizi deme çabası vardır. Bunu kesinlikle abartmıyorum. Ne gördüysem onu söylüyorum. Nereye gider bu Ablalarımız? Tabi ki eşe dosta ev gezmesine.. Kadınlar gezmeye gidedursunlar, Kilis’te mesire, dinlenme maksatlı pikniğe gitme eylemi de vardı eskiden. Akpınar’a ve Karadaş’a gidilirdi genelde. Bazen Akpınar’da su kenarında, kadınların tokaçlarla çamaşır dahi yıkadıklarına çok şahit olmuşumdur… Şimdi yazının başlığına bakıp, bunların hangisi “hobi” ki, diyebilirsiniz. Haklısınız. Onu da kendimden ve çevremden anlatayım dilerseniz.
Benim öyle fazla kahve kültürüm yoktur. Hiçbir zaman da olmadı. Tabi aykırı bir durum… Ama yapacak bir şey yok. Müzikle uğraşmayı severim. Kaval, flüt, melodika gibi enstrümanlar çalardım. İlerde bunun semeresini görmeyecek te değildim. Öğretmen Okulu sonrası, binlerce kişinin girdiği, özel yetenek sınavını kazanarak, “Ankara Gazi Müzik Bölümünü” ilk 100′ de kazanmış ve 2 yıl da öğrenim görmüştüm. Amcamın oğlu Faruk’ta saza meraklıydı küçükken. Küçük, birkaç teli kopuk, akortsuz bir curası vardı. Allah’ım onunla saatlerce birlikte çalıp söylerdik. Hatta akşam gelen misafirlere, büyük Abilerimiz “Udi Haluk Kanmaz ve diğerleri” öncesi, uvertür olarak havuşta kendimizce müzik ziyafeti de çekerdik. Faruk kardeşim nur içinde yat. Asıl müzik şöleni, büyük abilerimiz tarafından yapılırdı. Özçelebi’lerden değerli Abilerimiz, Haluk Abiyle birlikte takım kurulurdu. Keman var, akordeon var, kanun var, dürbeki zaten olmazsa olmaz. Toplu halde yapılan türkü, şarkı söyleme faslı, çibiklerle, zılgıtlarla, hatta erkekler tarafından yapılan, “yoh, yoh”larla renklendirilirdi. İşte sana nur topu gibi hobi.. Kilis el sanatları çeşitleriyle uğraşanlarda bir nevi hobi çalışmaları içinde bulurlardı kendilerini. Yine çok sayıda resim ve güzel sanatlarla iştigal eden Kilisli hemşehrilerimizin sayısı az değildir…
Bir de sinema kültürü vardır ki yöremizde tam evlere şenlik… Özyurt veya Güneş Sineması vardı eskiden. Sanki bir de Renk sineması da mı vardı? Onu tam hatırlayamıyorum. Kadı Camisi ile Cumhuriyet Meydanı arasında, yanılabilirim de. Çünkü çok zaman oldu. Saat 13.00 de başlardı gündüz matinesi. Üç film birden oynanırdı ki en az 4-5 saat sürerdi. İşte o dönemin filmleri, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Kartal Tibet, Tamer Yiğit ve adlarını sayamayacağım, bir yığın sanatçıların filmlerini gözlerimizi kırpmadan izlerdik. Filmin içinde yer aldığımızı düşlerdik. Esas oğlan biz olurduk hep. İyilik timsali, kahramanlık örneği olurduk. Film izlerken bir yandan da, karpuz çekirdeği çitlerdik. Artık ağzımız burnumuz aşırı tuzdan keçe gibi olurdu. Bir başlayınca da bırakmanız mümkün değildir. İllaki bitecek hepsi. Akşamüstü loş sinemadan dışarı çıkıp ta, gün ışığını ilk gördüğümüzde gözlerimiz kamaşırdı. Tıpkı karanlıkta gözüne fener tutulmuş tavşan hallerinde olurduk hepimiz. Uzun süre filmin havasından ve ortamından kurtulamazdık.
Bu yeter miydi? Tabi ki hayır… Akşam da aynı sinemanın üst katındaki “yazlık” sinemaya giderdik bu kez. O da yanılmıyorsam, 20.30-21.00 gibi başlardı. İki film olurdu genelde. Ama daha yeni ve kaliteli cinsinden… Yer yer ailelerin de rağbet ettiği, Özyurt sinemasının yazlığına gittiğimizde, tahta sandalyelerde oturup filmi nefes almamacasına izlerken, gazozcunun “kazüz, kazüz!…” diye elinde bir sandıkla sıra aralarında dolaşıp, şırak diye şişe açma sesini çok duyardınız. Beyaz ve sarı renkte olurdu bu gazozlar genelde. Sade veya portakallı yani… O zamanlar “portalin” diye bir gazoz vardı hiç unutmam. Sinemada hava sıcak tabi… Mevsim yaz, ama ilerleyen saatlerde hafif bir serinlik başlar, eğer tedbirli gelmemişseniz, üşüme moduna bile geçebilirdiniz. Gazoz diyordum, şişeyi elinize aldığınızda, ağzından ağır ağır dumanın yani asidin çıkması çok hoşumuza giderdi. Genelde şişenin içi buz tutmuş olurdu. O daha revaçtaydı. 5-10 dakika sonra da, yavaş yavaş erimeye başlardı. Gazozun yanı sıra karpuz çekirdeğinin, hatta yenmesi biraz zor olmasına karşın, kavun çekirdeği bile tüketilirdi. Filmin akışına kapılıp, heyecan içinde alkışlayanlar mı, kötü karakterlere beddua edip, esas oğlana ya da kıza çibiklerle sevgi tezahüründe bulunanlar mı, filmlerdeki aksiyon durumlarında, “haydi koş yetiş, kızı kurtar” diyenler mi, tarihi filmlerdeki elinde kılıç sallayan Malkoçoğlu’na “haydi ne duron, çal şu kılıcı, uçur şu kafirin kellesini” şeklinde akıl verenler mi, hepsi mevcuttu.
Aferin, bravo, yuh, geber” gibi ünlemlerle, sanki olayın içindeymişçesine havaya kapılıp, tıpkı tiyatro sahnesini izler gibi bir haleti ruhiye içinde olunurdu. Filmin kahramanı olup, sevginin güzelliğini, kavuşmanın hazzını hep birlikte özümserdik. Film bitip de ışıklar yandı mı, yavaş yavaş dışarı çıkar ve eve gidinceye kadar da filmin havasından kendimizi bir türlü alamazdık. Eve gelince de, abartmıyorum döküm demirden yapılmış, iri bir kaşık ebadında olan, siyah kalın anahtarla, kapıyı “garç gurç” açar, sesiyle bütün mahalleyi de uyandırdıktan sonra içeri girerdik. Şimdi düşünüyorum da, o devasa anahtarı nasıl taşırdık, neremizde muhafaza ederdik hiç bilmem. Neyse, havuşa serilen yer yatağında, tıpkı bağdaki gibi, yıldızların seyri altında filmden geri kalan sahneleri gözümüzde canlandıra canlandıra, tatlı ve derin bir uykuya teslim olurduk.
Evet böylece, bugünde geldik sözümüzün sonuna. Tekrar buluşuncaya kadar, günleriniz renkli, bedeniniz sağlıklı ve yuvanız huzurlu olsun. Hoşça kalın, esen kalın Kilisli hemşehrilerim ve değerli dostlarım.