Kilisli Muallim Rıfat Bilge’nin Anıları-2
Ahmet ELMALI
RAUF YEKTA’NIN TETEBBU TARRAFİ
O Beylerbeyi’nin gülü musiki bahçesinin bülbülü idi. Eslafi takdir etmiş, birçok üstatları bize o tanıtmıştır. Musikimizin şimdiki halini bildiği gibi ta Abdulkadir Meragi’den beri geçirdiği safahatı da bilirdi. Bize bir gün güç görünen eski notaları, ona oyuncak gibi gelirdi. Kütüphaneleri didik didik aramış, musikiye dair ne kadar eser varsa hepsini okumuş, birer suretlerini istinsah etmişti.
Bir gün sordum:
– Adını, işitip de kendisini görmediğin musiki kitabı veya risalesi kaldı mı, dedim.
Çok şükür kalmadı. Bir takımlarını kitapçılarda buldum aldım, takımlarını da kütüphanelerde buldum yazdım, dedi.
Rahmetli Farsçayı, Arapçayı da güzel bilirdi. Bir gün bana dedi ki:
– Farabi’nin Arapça musiki risalesini tercüme ettim, belki yanıldığım noktalar olmuştur şunu bir kere de beraber okuyalım, Türkçesi ile Arapçasını tatbik edelim.
– Peki, dedim. Ama ben o güne kadar Farabi’nin risalesi olduğunu bilmiyordum. O gün ondan öğrendim. Ne ise Arapçasını elime aldım, ben Mütalaa ile fikrimi söyleyecek, sonra fikirlerimizi birleştirecektik.
Daha ilk satırda irkildim. Zihnim bir kelimeye takıldı, manasını bir türlü bulamadım. Bildiğim manayı verdim, tutmadı sordum:
– Bu kelime yanlış mı, dedim.
– Hayır doğrudur, dedi.
– Pekala manasına uymuyor.
– Ha o kelime musikide ıstılahtır. Lügat manası maksut değildir. O musikide şu manaya kullanılmıştır, dedi.
Risalenin birkaç satırında beş-on tanesini anlamadım, hemen risaleyi kapadım. Kendisine takdim ettim:
– Buyurun risaleniz size mübarek olsun, ben bu işin eri değilim. Bunu anlamak sizin gibi ustalara mahsustur. Tercümenizin doğru olacağına yüzde yüz kanaatim vardır, beni af buyurun, dedim.
Yekta merhum birden bire:
– Durunuz size bir şey göstereyim, dedi.
Bir forma getirdi. En birinci kâğıda parlak son derece nefasetle basılmış Farisi bir eserden bir parça.
Sordum, “Nedir?” dedim:
– Molla Hacı hazretlerinin Farsça musiki risalesidir, dedi.
Cehlim bir kat daha arttı, çünkü bunu da ne görmüş, ne işitmiştim. Tabının nefasetine bayıldım, “Ne güzel basılmış, hangi matbaada bastırdınız?” dedim. Güldü:
– Benim matbaacığımda, dedi.
– Anlayamadım, Lütfen izah buyurur musunuz, dedim.
Dedi ki:
– Mürettiplerin çokları Arabi, Farisi kelimeleri yanlış diziyorlar, tashihi güç, ağır oluyor. Bunun için ben kendim mürettiplik öğrendim, bir kasa aldım, lüzumu kadar harf aldım. Bir de küçük el makinesi. Ben diziyorum, ben basıyorum.
İnşallah çok kitaplar dizer, basarsınız, dedim. Sonra bana bir kitap gösterdi. Muradı Sanı zamanındaki musikişinaslardan Hızır bin Abdullah tarafından yazılmış, Türkçe, pek güzel bir musiki kitabı imiş.
– Kütüphanelerimizde nüshaları var mı, dedim.
– Yoktur. Yalnız ikdam sahibi Cevdet Bey’de bir nüsha var. Benim nüshamı o nüsha ile mukabele ettim, farkları kenarda gösterdim, dedi. (Merhum “Esatizielhan” da ikinci cüzde bundan bahsetmiştir.)
Abdiaciz musiki bilmediğim için merhumun kudreti ilmiyesi hakkında söz söylemeye utanıyorum. Yalnız şu var ki, merhumu tanıyanların hepsi onun büyük bir üstat olduğunu söylemektedirler. Merhum hususi ve resmi bir surette çok hizmet etmiş, çok şakirt yetiştirmiştir. Mevla rahmet eyleye.
KAYNAK: Şinasi ÇOLAKOĞLU’nun “Anılar ve İnsanlar (1997)” adlı kitabından alınmıştır.