Dolar 34,7954
Euro 36,7444
Altın 2.944,57
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Kilis 16°C
Az Bulutlu
Kilis
16°C
Az Bulutlu
Pts 17°C
Sal 16°C
Çar 16°C
Per 15°C

Kilis’te İz Bırakanlar: “Hacmeroğlu”

Kilis’te İz Bırakanlar: “Hacmeroğlu”
A+
A-
31.08.2015
1.306
ABONE OL

Ahmet ELMALI

Evvel zaman içinde, Kilis’te “Hacı Ömer” adında bir “Kürt Derebeyi” hüküm sürüyordu. Aile kısaca “Hacmeroğlu” diye bilinir. 18 yy. ortalarında 19 yy. sonlarına kadar Kilis’te yönetimde kaldılar.

Kilis henüz bir köyken; imarını sağlayan, sancak merkezi haline getiren “Canbolat”lar, Kilis’i seksen yıl yönetebilmişti. “Hacmeroğulları”, yüz elli yıl yönetti.

Biri, Osmanlı’nın yükselme diğeri; çöküş dönemini simgeler, Canbolatlar “Kanunnameler”, Hacmeroğlu, kişisel takdir ve kararlarla hüküm sürüyordu. Her iki aile de, sonunda Osmanlı’ya isyan bayrağı açmıştır.

Ülkenin her yerinde benzer durumlar ortaya çıkmış, 17. yüzyıldan sonra devlet otoritesi sarsılmaya başlamıştı. Temel neden; çağa ayak uyduramayıştır!

Batıdaki değişim olgusu, toplum ve devlet kavramını kökünden yıkmışken, Osmanlı, yeniliklere kapalı kaldığından çökmeye mahkûmdu.

“Din ve mülkün bekası”nı ön planda tutan Osmanlı halk için; “reaya”, yani yayılan sözcüğünden türeme bir deyim kullanmıştır. Batı, insanların toprakla alınıp satıldığı “Serf” ve “Kölelik” gibi utanç verici bir dönemden, hızla sıyrılmışken; Osmanlı, değişim rüzgârlarına bir türlü uyum sağlayamamıştır. Batıda her şeyin insan denilen eksen etrafında döndüğü bilinci yerleşirken, Osmanlı’da bu bir türlü oluşturulamadı.

Gerçek şu ki; insanın “Korkusuz yaşam hakkı” Batı’da bile ancak 20. yy’da kabul edilebilmiştir. Batı, makine dönemine hızla girmiş, sanayi ve ticaret ön plana çıkmıştı. Osmanlı, matbaayı, karantinayı bile, iki yüz yıl “gâvur icadı” diye ülkeye sokmamıştır.

Sanayi ve ticarete dayalı üretim yerine, “fetih ve ganimet” kaynağı, çağın gereği olarak kapanıyor, giderek kuruyordu. Üstelik hazineden ödenekli “Kapıkulu askeri”nin sayısı hep artmış, devletin merkez giderleri çoğalırken gelir kalemi açık vermeye başlamıştı. Silah teknolojisinde, eğitimde yeni yöntemler ön plana geçerken, Osmanlı’da bu ihmal edildi.

Askerlikte Batılı ordular üstünlük sağladı. Osmanlı’da zafer yerine yenilgi başladı.

“Mal ve hizmette üretim ekonomisi” kavramı yoktu. “Akça”nın satın alma gücü giderek düştü. 17. yy’dan başlayarak; halkın; önce “kırkık”, sonra “mağşuş” sonunda, “zuyuf akça” dediği, devalasyon (değeri düşürme) olayı, mali zafiyeti oluşturdu. Zengin-fakir arasındaki makas hep açıldı. “Kaba kuvvet” sahipleri, yoksul halkı emrine aldı. Devlet otoritesi zayıfladı.

17. yy’da kuvvet kimde ise, insanları o yönetir hale gelmiş, kaba kuvvet (Mütegallibe), sonuçta halkı eline geçirmiştir.

Artık, devlete kafa tutanın adı, “Derebeyi”dir! Bu; giderek ekonomik zafiyetin sonucu olarak, devletçe tanınmış bir unvan oldu. Devlet kolunu bükemediği eşkıya başına önce bir unvan veriyor, zaman içinde bir yerde eşkıya asayiş konusunda başarı sağlayınca bunu gerekçe gösterip, “Voyvoda” veya “Müsellim” adını veriyordu! Devlet güçlü ise, “Derebeyi”nin başı eğik; devlet bitik ise, dikti.

Padişahın yakınlarından hatta vükeladan bazıları, zorbalarla işbirliği içindeydiler. Eşkıya için alınan kararları gizlice onlara ulaştırır, kaçmalarını sağlarlar, yakalananların bağışlanması için çalışırlardı.

Halet Efendi’nin (3. Selim tarafından Paris’e gönderilip, Batıdaki gelişmeleri rapor etmesi, “Halet Efendi Layihası” diye ünlüdür) şu sözleri ilginçtir:  “Genç eşkıya katlederiz yazık derler. İhtiyar eşkıya için günah! Orta yaşlısını bulamıyoruz!”

“Hacı Ömer, bir “Kürt”tür. “Rişvan” veya “Okçu İzeddinli” aşiretinden olup baba adı Mehmet’ti. Koçanlı Köyü’nde doğdu. Kilis Sancağında 44 köyde yaşardı. 1921 Ankara Antlaşmasından sonra bu köylerden ancak 18’i sınırlarımız içinde kalmıştır.

Köylerin çoğu meşe ormanları ile kaplıydı. Düzlüklerde tarım ve hayvancılık, ormanlık alanlarda da odunculuk ve kömürcülük yapar, Halep ve Kilis’te satar, para kazanırlardı. Kuzey sınırları, Amanos (Gâvur Dağları) güney sınırları bu silsilenin son parçası Parsa Dağıdır.

Rişvanlının erkekleri, iri yapılı, gür siyah saçlı, uzun boylu, tığ endamlı, kadınları, yeşil gözlü, ince beyaz tenli, güzel ve çekicidir!

Mehmet oğlu Hacı Ömer, kuvvetli, çevik, zeki ve atak, cin fikirliydi. Bu yüzden zenginleşip aşiretinde sivrilmişti.

Birkaç köyü, yüzlerce koyun ve devesi vardı. Daha genç yaşta, devletin zaafından yararlanıp nasıl “Bey” olabileceğini planlamaya başlamış, servete dayanıp, insanların nasıl kazanılacağını, egemen olmak için ne zaman zora başvurulması gerektiğini düşünmüştür!

Hacı Ömer Ağa’nın sofrası açık, fakir fukara babasıdır. Zaman zaman sürüsünden koyunlar keser, kazanlar dolusu yemeklerle herkesi yedirir içirir, yoksulların yıllık zahiresini gönderirdi. Sofrasında oturan yüzlerce kişinin arasında uzun çubuğunu tüttürüp, rugan çizmelerini gıcırdatarak dolaşmaktan zevk alırdı.

Bayramlarda, eşe dosta, uzak yakın akrabalarına çuha şalvarlar, cepkenler, itibarlılarına lahuri şallar, ipek poşular armağan eder, yoksullara, çift çubuk sahibi olsunlar diye, hayvan alırdı. Cömertliğiyle, tüm yoksul halkı kendisine bağlamıştı.

Devletten şefkat yerine zulüm görenlerin yanındaydı. Hakkını rüşvetsiz, iltimassız alamayan güçsüzler, O’ndan güç alırlardı “atifetine nail” olmayan yoktu.

“Daldan bir armut düşmüş farenin başını yarmış, Hacmeroğlu’na şekvaya gitmiş” sözü Kilis’te hala bir darbı meseldir!

Zulüm, haksızlık, devletin “Ümerasın”dan (Bürokratından), kadısından geliyordu. Ağa bunlara karşı güçsüzlere arka çıkardı. Emrindeki silahlı gücü zaten halk çocukları oluşturuyordu. Halk da Hacmeroğlu’nun arkasında durduğu için zalimi kolayca dize getiriyordu! Cömertliği, yiğitliği halkın gözünde devletten daha güçlüydü. Beş yüz atlı, bir o kadar sekbanı vardı. İstediği gün emrine 3.000 kişi toplayabilirdi.

“Petek”, “Soyka”, “Keleş” adını verdiği üç karısı vardı. “Petek” en zengini, “Soyka” dul aldığı, “Keleş” ise en güzeliydi. Bunların, kendince ayrı yeri, ayrı değeri ve konutları vardı. Geceleri hangisinde kalıyorsa, onun damına beyaz bir çarşaf gerilirdi.

Aşiret halkına da “Altın yalak” adını vermişti. Küpler dolusu altını olduğu destanlar gibi anlatılırdı. Ağa’nın koynunda bir “hamaylı” vardı. “O’nu kılıç kesmez, etine kurşun işlemezdi.” Halk bu efsaneye, kesinlikle inanmıştı.

Hacmeroğlu’nun, bölgenin en güçlü en zenginlerinden “Küçükalioğlu Halil Bey”le ittifakı vardı. “Küçükalioğlu”nun karargâhı Payas’tı. Akrabasından bir kızı Hacmeroğlu’na vermişti. “Petek” bu kızdı ve çok zengindi.

 

Halep’teki Osmanlı Paşası’nın, Küçükalioğlu üzerine gönderdiği askersel güçleri, Parsa Dağı eteklerinde, Hacmeroğlu karşılar, dağıtır, kuzeyden Hacmeroğlu üzerine gönderilen devletin güçlerini de, Küçükalioğlu yetişip Amanoslarda püskürtürdü.

Hacmeroğlu’nun düşmanı öldürülür, biri sivriliyor mu; küçükken ezilirdi. Biri zenginliği ile mi sivriliyor? (şu kadar, bin altın) gönder haberi salınır, derhal gelir, gelmezse o yaşamı ile öderdi. Fakat herkesin namus ve iffet duygularını kutsal bilir, son derece saygı gösterirdi.

Devlet Hacmeroğlu’na güç yetiremeyeceğini kestirince, 1717’de kendisine resmen “Kilis Derebeyi” unvanı verildi. Artık Kilis sınırları içinden geçen kervanlardan “pac” (bir tür vergi) alıyor, borusu Kilis’te ve 300 köyünde ötüyordu.

Bir yerden bir yere giderken önünde bayrak çekilir, trampet çalınır, yüzlerce atlısı kendisini izlerdi. Konaklandığı yerde; aşçısı, seyisleri, kahvecisi, hazır olur, içi kırmızı kumaşla kaplı görkemli beyaz çadır kurulurdu. Konduğu yerin kendisinden daha zayıf ve küçük ağalarını misafir eder, Kilis eşrafını ziyafetlerle zaman zaman ikrama boğar, onların servet ve refahlarını korurdu.

Anadolulu hacı adayları bölgesinden geçerken, durumlarına, rütbelerine göre karşılar, onları ikrama boğardı. Halep eyaletinde ünü-şanı giderek yayılmıştı. Şam’a Vali atanan Hüsref Paşa, görev yerine giderken O’nu bir hafta misafir etmişti. Öylesine ağırlamıştı ki, Paşa’nın kethüdası, Hacmeroğlu’nun uşaklarına bir kese altın bahşiş vermek isteyince Hacmeroğlu, “Adamlarımı böyle işlere alıştırmayınız. Bizim için hizmette kusur etmemek şereftir” demiş ve altınları iade ettirmişti.

Fakat halk yoksul ve cahildir. Halk; “Yoksulluk Tanrı’nın bir takdiridir” diyordu. Dünya malı zaten nedir ki? Asıl yaşam öbür dünyadadır. Kaderinde zengin olmak varsa bir gün olacaktır!

Ölünce yerine oğlu Mehmet Ağa geçti. Derebeylik babadan oğula geçiyordu. Mehmet Ağa’nın da tek erkek evladı oldu. Veli! Veli’nin derebeyliğe hazırlanması, yetişmesi gerekiyordu. Yanına Parsa’nın güney eteklerindeki Kastel Köyünden Solak Yakub’u yaver olarak verdi. Solak Yakub; yaman, zeki, gözünü budaktan sakınmayan, yiğit bir delikanlıydı. Ağa kapısının fedaisiydi

Veli çok yakışıklı bir gençti. Uzun boylu, yeşil gözlü, iri kıvrık kirpikli, pembe beyaz tenli, kendisine ayrı bir güzellik veren siyah kaytan bıyıklıydı. Som sırma ile kaplı cepken, yanları sırma işlemeli mavi çuhadan şalvar giyer, beline lahuri bir kuşak bağlardı.

Mehmet Ağa, Veli’nin dünyayı öğrenmesini, görgüsünün artmasını, dünyayı öğrenip deneyim kazanmasını istiyordu. Bölgenin uygarlık dünyası Halep’ti. Cebini altınla doldurup gönderdi. Veli, Solak Yakup’la, haftalarca Halep’te yedi içti eğlendi. Kent yaşamı konusunda bilgi sahibi oldu. Derebeyliğin ne olduğu, nasıl bey olunacağını, beyliğin gereklerini iyi öğreniyordu.

Bir gün, yaveri Solak Yakup’la Halep’te hamama gitti. Hamamcı tanımadığı gençlere değer vermedi. Onlara soyunmaları için pejmürde bir yer göstermişti. Veli istifini bozmayarak, yıkanıp hamamdan çıkarken; hamamcının üzerine iki altın attı. Hamamcı böylesine bir ücreti hayal bile edemezdi. Şoke olmuştu. Aradan zaman geçti bir gün yine geldiklerinde, olağanüstü bir ilgi ve saygı gösterdi. İpek peştamallar ve havlular sundu. Hamamcı iki altın bekliyordu. Bu kez hamamcının üzerine bir metelik attı. Ve “Bu birinci gelişimin ücretidir'” dedi.

Veli’nin ne zaman nerede nasıl davranılacağı konusunda deneyim kazandığı, olgunlaştığı anlaşılıyordu.

Hacmeroğlu Mehmet Ağa ölmeden önce Hasanceli’de Battal Bey’in çok güzel bir kızı olduğunu duymuştu. Güzel Fidanı yedi gün yedi gece süren düğünle, Veli’ye nikâhladı.

Solak Yakubu da unutmadı. Ona da Karnebi köyünün ağası Bilal Bey’in kızı Zeynep’i aldı. Görkemli bir düğün de O’na kurdurdu. Küçük Ağaların Derebeylerle akraba olması ayrı bir        onurdu!

Veli’nin Halil adında oğlu, Yakup’un Sultan adında bir kızı oldu.

Veli’nin ataklığı, cesareti ünlüydü. Adı  “Delifişek”liğe çıkmıştı. Evlenince durulup olgunlaştı. Artık iyi bir “Bey” olacağı umudunu veriyordu.

Hacmeroğlu Mehmet Ağa ölmeden kısa süre önce, bir gün Veli’yi karşısına aldı ve şu vasiyette bulundu:

“Şunu kesinlikle unutma! Osmanlı ile bozuşursan, savaşma, uzak dur. Esmayı üzerine sıçratacak duruma düşme.   Başına dert açacak işlerden sakın. Bir savaş durumuna düşersen kuvvetlerini dağıtma, derli toplu kümelere ayır: Ayrı ayrı yerlerde tut. Fakat hepsinin de dizginlerini elinde bulundur. Dizginleri en yakınlarına bile teslim etme. Bir Derebeyi kendi çöplüğünün horozudur. Çöplüğüne hâkim ol. Osmanlı’nın ne vaatlerine inan, ne de yüzüne gülüşüne güvenme. Biz Derebeyler Osmanlı’nın ipek minderinde birer diken gibiyiz! Olabildiğince sivri görünmemeye çalış. Daima yükseklerde bulunanlar etrafındakilere üstünlüğünü korumalıdır. Onlardan hep mesafeli kal. Kimseyi hor görme. Zayıf ve acizlere, hep yardım elini uzat ki, onlar da dara düştüğünde sana destek olsun!”

Çok geçmeden Mehmet Ağa öldü, yerine Veli geçti. Adı artık “Veli Ağa”dır! Tam o sırada ülkeyi derinden sarsan bir isyan başladı. Osmanlı’nın Mısır Valisi Kavalalı M. Ali Paşa ayaklanmıştı. Modern silahlarla eğitilmiş bir ordu kurmuş, Suriye ve Filistin’i, “Memaliki Osmaniye”yi işgal ediyor, Osmanlı’nın üzerine yürüyordu.

Artık çağdışı kalmanın faturası ödenecektir.

Asi bir vali, modern bir ordu kurmuş, devletin üstüne geliyordu! Şam yakınlarında Osmanlı kuvvetlerini yenmişti. Humus’ta, Halep Valisi’nin kuvvetlerini de ezmişti. Beylan Geçidi’nde Serdar-ı Ekrem Hüseyin Paşa’nın kuvvetlerini de yenerek, Hatay Bölgesi ile beraber Kilis’i de işgal edip Nizip’e ulaştı.

 

Huzur ve sükûn bozulmuş, kargaşa başlamış, her şey alt-üst hale gelmişti. Mısır ordusunun aslen bir Fransız olan Süleyman Paşa da kurmay başkanlığını yapıyordu.

M. Ali Paşa ordusunun başında, bir rivayete göre de yeğeni olan İbrahim Paşa vardı. Ordusu modern silahlarla donatılmış, yeni yöntemlerle eğitilmişti. Osmanlı’yı önüne katıp Nizip’e kadar varmıştı!

Hafız Paşa kumandasında başka bir Osmanlı Ordusu karşısında durakladı. Fakat Osmanlı Donanması da Akdeniz’de    batırılmıştı. Hafız Paşa Ordusu ayakta kalan son umuttu.

O sırada genç Alman Kurmay Yüzbaşı Moltke de Hafız Paşa’ya danışmanlık yapıyordu. (Sonra Mareşal) Hafız Paşa; bilgili, deneyimli yürekli bir kumandandı. Çadırının önünde çalan bandoyu bir İtalyan sanatkârı yönetiyor, ordusunda Moltke’den başka üç Fransız kurmay subay bulunduruyordu. Fakat aşırı dindardı. Çağın gelişmelerinden bihaber kişileri de karargâhta tutuyor, yeşil renkli bir çadırda oturup, askersel konularda fetvalarına başvuruyordu!

Nizip Savaşı’nda Mısırlı İbrahim Paşa, 12 taburluk düzenli bir kuvveti savaşa soktu. Bunlarla bir çevirme hareketinde yayılmıştı. Moltke; hemen merkeze saldırı yapılırsa düşman arkasına sarkılacağını ve imha edileceğini söyledi. Fakat o gün Cuma idi. Yeşil çadır, “Cuma mübarek gündür, caiz değildir”  fetvası verdi. Moltke ısrar etti ise de dinlemedi. Fırsat kaçmıştı, ertesi gün İbrahim Paşa kuvvetlerini toplamış durumunu düzeltmişti. Buna benzer birkaç fırsat daha kaçınca, Hafız Paşa benzer fetvalar yüzünden yenildi.

Yıllar sonra, Alman Ordularının başında Paris’e giren Nmoltke Mareşal olmuştu. Anılarında; “Nizip’te yenilen Türk değil, kumandandı. Yenen de öbür taraf değil hurafelerdi” diye yazmıştır!

Mısır Ordusu 29 Haziran 1831 Nizip Savaşı’nda Osmanlı Ordusunu bir kez daha yenerek Kütahya’ya kadar dayandı.

Etini kılıç kesmez, kurşun delmez Veli Ağa, İbrahim Paşa’nın Kilis Garnizon Komutanı Rüstem Bey’in baskı ve korkusundan Kilis’i terk edip dağlara kaçtı. Veli Ağa zenginliği ile ün salmıştı. İstediği an emrinde binlerce kişi toplayabiliyordu. Potansiyel bir tehlike idi. Bertaraf edilmesi gerekiyordu.

Rüstem Bey, Kilis İdare Meclisinden mallarının zoralımı için karar çıkarmak istedi. Şu öneride bulundu:

“Tegayyüp eden (kaybolan), bundan sonra geri dönmesi uygun görülmeyen Derebeyi Veli Ağa’nın tasarrufundaki bütün emlakının ve taşınmazlarının zoralımına, Mısır Devleti adına yönetilmesine gelirinin de Mısır hazinesine mal edilmesine.”

Kilis İdare Meclisi, Müftü Salih Efendi’nin başkanlığında toplanarak günlerce üzerinde düşündükten sonra, Veli Ağa’nın mallarının Kilis İdare Meclisince yönetilmesini ve gelirinin de Osmanlı hazinesine yatırılması kararını verdi.

Bu kararı vermek, o günkü koşullarda bir cesaret işidir. Fakat İbrahim Paşa yönetiminin hoşgörüsüne bir kanıttır!

Hacmeroğulları bu nedenle Salih Efendi’yi bir daha hiç unutmadı. Kilis’te “Aşağılı-Yukarılı” kavgasında hep arkasında oldular.

İbrahim Paşa, Amanoslar (Gavurdağı) Halil Bey ve Veli Ağa’nın gerilla direnişi ile karşılaştı. Bu gerilla gücünün ne zaman, nereden vuracağı belli olmuyor, Mısır Ordusu çok kayıp veriyordu. Aylarca bu geçidi geçemeyen İbrahim Paşa’nın bu gerillanın başı Veli Ağa’yı torba dolusu altınlarla satın aldığı ve

Hasanbeyli geçidini böyle aşabildiği söylenir.

Halka karşı şöyle söyleniyordu: “Veli Ağa askerini alıp Padişahın yanına gitmiş, Mısırlılara karşı savaşıyormuş!”

Osmanlı Kütahya’ya kadar itilmişti. Payitaht düşmek üzereyken, Rusya ile “Hünkâr İskelesi Anlaşması” imzalandı.

İngiltere ve Fransa Rusların Akdeniz’e inmesini istemiyordu. İki devlet devreye girdi. Osmanlı’nın ortadan kalkmasını istemiyorlardı. M. Ali Paşa kopardığı ödünler ve büyük devletlerin baskısı ile Osmanlı topraklarını terk etti. Kilis de kurtulmuştu.

 

Veli Ağa artık bir kahramandır! Kilis’e dönüşü “muhteşem” oldu.

Ağa’nın hizmetlerine karşılık, kendisine yaşam boyu “Kilis Müsellimliği” (bir tür kaymakamlık) verildi. Ağa, beşyüz atlısı ile Kilis’in güney batısında Kersentaş yönünden kente girdi. “Kilis İdare Meclisi” karşılama için resmi tören programı hazırlamıştı. Yaşlıların söylemesine göre:      “O gün halk yollara döküldü. Minarede salalar verildi. Tüm çevre köylere özel ulaklar çıkarıldı. “Münadiler”

(tellallar) bağırarak tüm Kilis halkının katılımı sağlandı. Veli Ağa’nın önünde, onlarca davul tokmaklarını, tarikat şeyhleri asalarını yere vurup, mahzarlar, def ve nakkareler çalındı. Şeyhler teberlerini, müritler topuzlu şişlerini sallayarak zikir gösterileri yaptılar. Kilis şairleri, Ağa’ya övgü şiirleri okudular. Ağa, Müsellimlik makamına görkemli biçimde oturdu!

“Müsellim” sıfatını alınca halka daha sıcak yaklaştığı anlaşılıyor. Merhameti, elinin açık olması yüzünden halkın O’nu çok sevdiği ve tuttuğu görülüyor.

Yaptırdığı çeşmenin şimdi ancak kitabesi kaldı. Ketenciler Mahallesinde bir de saray yaptırmıştı. Sarayda askerlerini de barındırıyordu. Havuzlu güzel bir bahçe içindeydi. Bir kültür varlığımızdı. Turistik mekânlarımız arasında korunması gerekirken, Kilis Belediyesince yıktırılıp, yeri arsa olarak satılmıştır!

Binanın önünde; Veli Ağa tarafından, şimdiki Hürriyet Okulu’nun bulunduğu alanda, güzel bir bahçe düzenlenmişti. Bir bölümünün üzerinde şimdi Verem Dispanseri bulunmaktadır.

Veli Ağa Kilis’te bir hükümet konağı da yaptırmıştı. O güne kadar Derebeyleri aynı zamanda hükümet binası idi. İlk kez bir hükümet binası O yaptırmıştır. Şimdiki Adliye Binasının 30 metre daha doğusunda altı bodrum ve üstü dairelerden oluşan revaklı bir yapıydı. 1925 yılında yıktırılıp yerine şimdiki bina (Eski Hükümet Konağı şimdiki Vali’lik binası) yapılmıştır.

Ağa, refah içinde yaşadı. Sıkıntılı günleri, İbrahim Paşa yüzünden dağlara kaçtığı yıllardır. Ölümü, apansız oldu. Yerine geçecek tek erkek evladı henüz toy bir genç olan Halil’dir.

O da “Derebeylik” sevdasına kapıldı. Fakat “Islahat” dönemi başlamıştı. “Eyalet”ten “Vilayet” düzenine geçilmiş “Müsellimlik” yerine “Kaymakamlık” düzeni gelmişti.

İlk Kaymakam “Habip Paşa” devlet otoritesini sağlamak için, Halil Ağa’yı yola getirmek isteyince, isyan edip dağa çıktı. Halil Ağa’nın dönemi, isyanı bastırılması, bağışlanması, başlıca konudur.

Şair Haki Efendi, Veli Ağa öldüğünde şu tarihi düşmüştür.

 

“Seri bevvabı dergâhı Mualla Hacı Ömer Ağa

(Hacı Ömer Ağa Ocağının baş hizmetkârı)

 

Cihanda hükümdarlık eyledi dem sürmüştü biperva

(Dünyada pervasız hüküm sürmüştü)

 

Melai ziri destan melce olmuştu mesakine

(Konağı destansı bir sığınak olmuştu fakirlere)

 

Nevali her vakıtta herkese mebzul idi Hak’ka

(İkramları Hak’ça söylemek gerekirse çoktu)

 

Dokundu gülistanı ömrüne badi hazan ahir

(Bir gülistan olan ömrüne hazan rüzgârı dokundu)

 

Kuruttu berki barişini döktü yere hayfa

(Bir şimşek ne yazık ki yapraklarını döktü)

 

Akıttım abı çeşmim söyledim mevcemle tarihin

(Gözyaşlarımın ilhamıyla tarihini söylüyorum)

 

Erip fevza cenane nail oldu hem Veli Ağa”

(O eşsiz canın yanına ulaştı Veli Ağa)

 

Kaynak: Kilis’te İz Bırakanlar. Şinasi ÇOLAKOĞLU (1997)

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.