Kim Arar Söyle, Kim Arar? Vefasız Olanı Kim Arar?
Mahmut KANMAZ
Gerçekle eşdeğer bir öykü…
Yıl: Yetmişlerin sonları.
Mevsim: Yaz
Mekan Ankara Sakarya Caddesinde bir pastane.
Akşam saatlerine doğru mekâna iki genç gelir tatlı bir heyecan içinde.
İkisi de Ankara Kızılay’daki bir kamu kurumunda çalışmaktalar.
Üstelik aynı serviste…
Kız 19’unda, erkek ise 21.
Daha birkaç ay önce tanışmışlar.
Belli ki, karşılıklı bir etkileşim var aralarında.
Yaşları gereği, başlarında kavak yelleri esmekte zaten…
Yani, romantizm had safhada ve bu halet-i ruhiyeyle de, iş çıkışı yakınlardaki bu şirin pastaneye gelirler.
Mekânda Nilüfer’in sesi yankılanmakta…
Şarkı, tam da onların duygularına hitap eder gibidir.
“Böyle güzel olmasan
Öyle tatlı bakmasan
Kim arar seni, kim arar?
Bende bu aşk olmasa
Kalbim böyle yanmasa
Kim arar seni, kim arar?
Kim arar söyle, kim arar?
Vefasız olanı, kim arar?
Seni bir gün görmesem
İçim yanar…”
Zarif ve güzeller güzeli genç kız, bir yandan şarkıyı dinlerken, diğer yandan da yeşil yeşil karşısındaki gence bakmakta.
Erkek ise, aşırı heyecanlı ve hafiften bir terleme halinde.
Her ikisi de gözlerini bir saniye bile birbirlerinden ayırmak istemezler.
Duygularını, sevgilerini gözleriyle belli etmekteler.
Dahası, ileriye dönük tatlı hayaller bile kurarlar.
İşte, hemen evleniriz falan gibi.
Ve ilk kez orada el ele tutuşurlar.
Bir tanıdık görür diye, biraz da çekine çekine yaparlar bunu.
Çünkü işyerlerine çok yakın bir yer
Aşırı bir mahcubiyet içindeler.
Gerçi o zamanlar öyleydi.
El ele tutuşmalar, gezip tozmalar kolay yapılır şeyler değildi ki.
Elalem ne derdi sonra.
Heyecandan hızla çarpan yürek sesleri eşliğinde, şarkı biter nihayet.
Ve o saat söz verirler birbirlerine.
Derler ki, bu şarkıyı ne zaman, nerede duyarsak, derhal ellerimiz ellerimizde olsun, gözlerimiz de gözlerimizde.
Tamam mı?
Tamam, aynen şu anda olduğu gibi…
Bak söz mü?
“Söz” diye onaylarlar birbirlerini.
Bu, bizim şarkımız olsun.
Ve bu söz, yeşil gözlü genç kızın sonraki yıllarda yaşamını yitirmesine kadar büyük bir özenle devam eder.
Sadakatle tutarlar yeminlerini.
Bir kez bile unutmadan.
Araya başka bir şarkıyı da almazlar hiç.
Varsa yoksa Nilüfer’in “Kim Arar’ı…”
Belki binlerce kez, dejavu yaşar gibi bu sahneyi yaşarlar kendi aralarında.
Hep aynı heyecan ve aşkla…
Hatta ayrı ayrı yerlerde olup da, eğer bu şarkı çalıyorsa radyoda, telefonla bile birbirlerine dinletirler.
Böyle yaparken ellerin ellerde, gözlerinde birbirlerinde olmasını hiç ihmal etmezler… Hayalen de olsa.
Çünkü “Söz” öyleydi.
Fiziken başka yerlerde, ancak manen ve ruhen, mazide, Ankara Sakarya Caddesindeki bu pastanede olurlardı.
Üstelik sanki ilk kez dinlermiş gibi, tarifsiz bir heyecan içinde.
Ve her seferinde de gözleri ıslak ıslak olurdu ikisinin de.
Yaşadıkları bir fim şeridi gibi geçerdi gözlerinin önünden.
***
Malum, şarkı günümüzde dahi çok dinlenmekte ve beğenilmekte…
O nedenle de, Nilüfer’in her “Kim arar” deyişinde, bugün bile buruk bir hüzün kaplar yüreğimi. Bir tuhaf olurum.
Artık bu âlemde olmayan birilerinin de, sisli bulutlar arkasından, yeşil yeşil baktığını düşünürüm.
***
Bu bir masal değil, hikâye ise hiç değil kıymetli dostlar.
Bu bir vefa ve anma yazısı aslında.
Her yıl 9 nisanda yazılan, klasikleşmiş yazıların yedincisi.
İşte yine günü ve zamanı geldi.
Yazmasam ve anmasam olmazdı.
Evet, bugün, tam yedi yıl önce, her şeyi geride bırakıp giden bir meleğin ölüm yıldönümü dostlar.
Bu yazımla ve hüzün dolu sözlerimle sizleri üzmek istemezdim aslında.
Lakin dediğim gibi zamanı geldi.
Bu kurgusal öykünün öznesi malum.
Demeye gerek yok. Belli zaten.
Anlatılanlar da ayniyle vaki.
Ne bir eksik, ne de bir fazla.
***
Yürekteki hüznün getirdiği yük, daha bir ağır basmakta bugün…
Çünkü, her 9 nisanda böyle olurum.
Bir yıl önce de böyleydim, beş yıl önce de…
Onun için sana, “Acelen neydi?” diye sormuyorum artık.
Zaten senden sonra da, her bi’şeyler yarım ve eksik kaldı.
Geride kalan yalnızca anılar oldu.
Ha bir de, yaptıkların ve bıraktıkların.
Sayısız tablolar, karikatürler, el işleri,
katıldığın yarışmalarda aldığın ödüller.
Takdir ve teşekkür yazıları ve plaketler.
Yazdığın defterler dolusu şiirler, tuttuğun günlükler.
Halen bile okumaya cesaretim yok.
Çünkü o gücü bulamıyorum kendimde.
Neyse geçelim bunları.
Bayram öncesi daha fazla üzmek istemem sizleri.
Belki daha sonra bu yönüyle de anlatırım onu sizlere.
Eserleriyle, çalışmalarıyla…
***
Uzun lafın kısası, bugün yokluğunun yedinci yılı yeşil gözlüm.
Yedi yıl önce, tam da bugün sonsuzluğa kanat açmıştın…
Hani diyor ya bir şarkı:
“Şimdi uzaklardasın…
GÖNÜL hicranla doldu.
Hiç ayrılamam derken
Kavuşmak hayal oldu” diye.
Aynen o kıvamdayım anlayacağınız.
Zaman çok acımasız…
Toprak aldığını asla vermiyor geri.
Bu dünyada durmayan tek şeyin, bizatihi saatin kendisi olduğunu, bu hayat çok iyi öğretti bana.
Mekanik olarak dursa bile, taksimetre çalışmaya devam ediyormuş meğer.
Ne mutluluklar sürekli, ne de hüzünler kalıcıdır buyurmuş bir şair. Çok haklı.
Dedim ya, zaman her şeyin ilacı.
***
Son söz!
Ne diyordu sevgili Nilüfer:
“Böyle güzel olmasan
Öyle tatlı bakmasan
KİM ARAR SENİ, KİM ARAR?”
Sevgiyle, duayla ve özlemle..
Mekânın cennet olsun güzel melek.
Nurlar içinde uyu.
***
Not: Bir ödül töreninde aldığı “plaket”. Takdim eden, rahmetli Ömer Güner abimiz.
Meslek büyüğümüz, gazeteci-yazar.
“Trabzon Gazeteciler Cemiyeti” efsanevi başkanlarından. Anılarına saygıyla…