Kısmet…

Ahmet ELMALI
Sayın okurlarım;
Zaman zaman elime olayları Kilis’te geçen ilginç hikâyeler geçmektedir. Bunların kaybolmasını istemediğim için sizlerle paylaşmak istedim.
Hikâyelerde Kilis’i anlatan anılar, mekânlar, tarihi bilgiler geçmektedir.
Şimdi sizlere Şevket BULUT’tan “KISMET” adlı hikâyeyi sunuyorum.
***
Sıcak temmuz güneşi, Ömer Dayı’nın alnındaki boncuk boncuk terleri çoğaltıyordu. Ömer Dayı, sabahın köründen beri tarlasında buğday yoluyordu. Elindeki orak ışıl ışıldı. Güneş vurdukça şavkı gözlerini kamaştırıyordu. Arada sırada doğruluyor, genleşiyor, belini kütürdetiyordu. “Karnım da yeğin acıktı… Bizim avrat nerede kaldı? Dönümü ağır soykanın… Oldu bitti beni hep böyle bekletir. Yolda olsun, tarlada olsun, yatakta olsun…” Sol koluna yığdığı desteleri dağıtmadan usulca yere indiriyordu. Boynu kavurucu güneşin altında iyice kızarmıştı. Şalvarının kıvrım yerlerindeki terler kuruyup tuz bağlamıştı. Çizgili, yakasız keten gömleğinin önü, boydan boya açıktı. Terli göğsüne buğday kılçıkları yapışmıştı. Başını kaldırıp yola doğru baktı. “Aha avrat geliyor!” diye rahat bir nefes aldı. “Bizim bildiğimiz, orakçı azığı kuşlukta ulaştırılır. Nerdeyse gün dönecek! Aç karnına orak sallanır mı? Yazıda, bizden başka kimsenin ekini kalmadı. Bre soyka, nerede kaldın? Ölsen de kurtulsak!” diye homurdandı.
Döndü kadın, boz eşeğe binmiş, ardındaki katırın yularını eşeğin semerine dolamıştı. Azık çıkınını beline bağlamıştı. Bir elinde yular, diğerinde ayran sitili vardı. “Deh! Çüş!” diye bağıra bağıra eşeği sürüyordu. Tarlanın takımına varınca, eşekten indi. Haymanın altına doğru yürüdü. “Herif! Herif!” diye seslendi. “Gel hadi, yemeğin hazır!”
Ömer Dayı orağını sapın üzerine attı. Elliklilerini kuşağının arasına soktu. Kolunun yeniyle alnına biriken terleri sildi. İki kolunu iyice yana doğru açtı. Gerenleşip belini kütürdetti. “Öf! Öf! Berk yorulmuşum taman!” diyerek haymaya doğru yürüdü:
– Nerede kaldın bre avrat? Az daha acımdan ölecektim. Konu komşu ne der?
– Ne der ki herif?
– Demez mi ki, bizim Ömer Dayı’nın uyuz Döndü’sü herifini gözden çıkarmış… Sabah azığını öğlende götürür…
– Başıma gelenleri heç sormuyon herif? Keyfimden mi geciktim?
– Neymiş bakalım şu başına gelenler?
– Heç sorma herif. Bu ne tevir söz kele? Az önce “sor” dersin; az sonra
da “Heç sorma” dersin.
– O sözün gelişi yahu…
– Bizim boz eşek var ya…
– Eee, n’olmuş bizim boz eşeğe?
– Kıran giresice uşaklar, binip Karasu’yun kıyısına götürmüşler…
– Eee, sonra? Sonrası var mı? Yayan yapıldak yollara düştüm. Dağ-taş demeden eşek aradım…
Ömer Dayı sofraya oturdu. Ayran sitilini başına dikti. Bulgur pilavının üzerine kapatılan yufkaları dizine aldı. İri lokmalar yapıp pilavı yemeye başladı. Döndü kadın ara vermeden konuşuyordu:
– Şu bayır senin, şu bayır benim, derken, Karasu’yacak yürüdüm. Baktımkine, bizim eşek suyun kıyıcığında yayılıyor. Sövdüm, saydım… Elime geçeni uşakların başlarına fırlattım… Hele Mustafa’m askerden bir gelsin… Ben onlara yapacağımı biliyom…
– Ne yapacaksın bre? Senin Mustafa’n da o yollardan geçti.
Omuz kaldırıp güler:
– Köylük yerin eşeği ortaklık! Kim bulursa o biner…
– Halil, gelini şehre götürdü mü?
– Çok erkenden yola çıktılar… Uşak berk hasta. Ellaham kızamık çıkaracak.
– Allah vere de kızamık ola… Bilinmedik, görülmedik bir hastalık olursa nederik?
Döndü kadın yerinden kalktı. “Ben sana taze su getireyim… Karpuz da ister misin?” dedi.
Ömer Dayı ağzındaki lokmayı aceleyle yuttu.
– Şimdi de elin bostanındaki karpuzlara mı göz diktin avrat? Haram olmaz mı? Hem karpuzlar daha kelek… Yetişmesine on beş gün var….
– Ben olmuşunu bulurum… Niye haram olsun? Komşu hakkı yok mu? Koparıp da evimize götürmedikten sonra… Tarla başında yenen her şey helal! Bunun kanunu, töresi böyle! Sen datlı canını sıkma!
– Kim koymuş bu kanunu bre?
– Adı güzel Peygamber Efendimiz koymuş: “Ye, iç evine götürme! Tarlada yenilen zekât yerine geçer” buyurmuş…
– Eyi, eyi! Günahı da, sevabı da senin boynuna!…
Döndü Kadın, sallana sallana pınara doğru yürüdü. Uzun donuna pıtraklar yapışıyordu. Başındaki kalpak, hafif yana eğikti. “Bahçelerde pirpirim / Döşürdüm birim birim / Mustafa’yı everdim / Halil’e Allah kerim” diye bir mani mırıldanıyordu. Sevinçliydi. Oğlu Mustafa, yakında izine gelecekti. “Erzurum’da dağları karınan boran…” diye derin bir of çekti. “Ah, Mustafa’m bir gelse! Şöyle doya doya boynuna sarılıp koklasam! Hoş geldin dal boylu Mustafa’m desem! Bak, sen askerdeyken, nur topu gibi bir oğlun oldu! Adını Ömer koyduk. Babayın adı yitmedi. Gelinimiz Fidan’ın gözleri ışıldasa! Utana utana akşamdan don kazanına pınardan helkelerle su taşısa! Gece kalkıp, kaşla göz arasında Mustafa’mla çimseler! Bizim moruk, iştahlanıp baldırıma çimdik atsa! Bak avrat, seninkiler iş başındalar, dese…”
– Hös herif, hös! Sen heç mi genç olmadın? Böyük kısmı; sağır gerek, kör gerek, desem… Sabahınan erceden kalksam… Buharı üstünde, bol yağlı bir bulgur aşı pişirsem… Bir sahan kaygana hazırlasam… Şööyle, üzerine sarmısaklı yoğurt döksem… Bir-iki baş yeşil soğan soysam… Datlı Mustafa’mı sofraya buyur etsem… Güle oynaya hep birlikte yemeğimizi yesek. Halil’imin evlenme işinden söz açsak! Mustafa’m ağanın elini öpmeğe gitse… Kimsenin görmez yanından kesesine iki ellilik koysam…
– Al oğlum al, gerek olur… Ağa kapısına boş gidilmez; desem.
Deri kalazını pınardan doldurdu. Ağzının tıkacını kapattı. Bostan tarlasına yöneldi. Tarla, pınarla Karasu’yun arasında, güneye doğru uzanıyordu. Bostan tarlasına ürpererek girdi. Boz toprağın üstünde, incecik dalların arasında, karpuz kelekleri uyukluyordu. “Şu olmuş, şu olmamış” diyerek epeyce yürüdü. Gözüne kestirdiği irice bir karpuzu koparıp entarisine sardı. Eteğinin iki ucunu kuşağının arasına soktu. Kıs kıs güldü.
“Hırsızlık da datlı oluyor! Elimden dikmiş gibi tarlaya girip kopardım. Karnım, gebe avratların karnına döndü!” diye mırıldandı. Yalınayaktı. Tarlanın sert kesekleri ayaklarının tabanlarını dişliyordu. Her adım atışta, sıcak saca basmış gibi, hoplayıp duruyordu.
Tam karpuz tarlasından çıkarken, susuz arkta bir boz yılan peydahlandı. Döndü Kadın “Hayırdır inşallah!” dedi. “Boz yılanı iyi saymazlar. Bre soyka, yolumu ne diye kesiyon?” Yerden koca bir taş aldı. Yılan, sıcak güneşin altında sersemlemişti. Hışırdayarak ilerliyordu. Döndü Kadın elindeki taşı nişanlayıp fırlattı. Birinci taşta vuramadı. İkinci atışta taş yılanın belinin ortasına değdi. Yılan yerinde kıvrandı. Karnının kirli-sarı derisi göründü. “Bu yaradan onman gayrı meret” diye bağırdı. Üçüncü taşı tam başına vurdu. Yılanın kuyruğu uzun süre titredi. Döndü Kadın, “Bu murdarın eşi de olur!” diye düşündü. Yerlere korka korka basarak oradan uzaklaştı.
Ömer Dayı yemeğini yemiş, haymanın seyrek gölgesine uzanmıştı. Kalın sigarasından üst üste derin nefesler çekiyordu. Bıyığın ucundaki ak kıllar, sigara dumanından sararmıştı. Ak, iri gözleri donuk donuktu. “Geldin mi avrat?” diyerek doğruldu. Kadının eteğini şişkin görünce, gülümsedi. Ulan avrat, yaşın elliye süllüm dayadı, daha akıllanmadın! Tecirli aptalı gibi nere getsen, bir şeyler toplarsın.
– Eee, deli morruk! Çok konuşma. Ben koparıp geldim; işine gelmiyorsa, yeme!
– Yerim yavrım yerim! Böyüklerimiz ne demiş?…
– Ne demiş bakalım?
– “Başa haram olan, ayağa helâl” demiş! Senin haram kazancın bize ana sütü gibi helâl! Öte dünyada ceremesini sen çek, bize ne?
– Yaaa! Nerde bu yoğurdun bolluğu? Beni ataşlarda yak, sen köşeye çekil, rezilliğime bak! Yağma yok herif! Öte dünyada da yanındayım…
– Allah yazdıysa bozsun! Cennette onca huri melek varkene, sana kim bakar?
– Neyse, çok konuşma da beni dinle, sana bir sözüm var…
– Neymiş sözün bre?
Seninle bahis tutuşak: Karpuzun nasıl olduğunu kim bilirse, onun dediği olsun… Sence karpuz kelek mi, yoksa olgun mu?
Bunu bilmeye ne var yavrım. Bu karpuz kelek…
– Bence de olgun… Ben karpuzdan anlarım… Bu karpuzu, koca tarladan seçtim…
– Senin anladığın işte bu kadar… Karpuz, “Ben keleğim, ben keleğim” deyi bar bar bağırıyor…
– Bak beni dinle: Eğer karpuz kelek çıkarsa, her ne dersen yerine getiririm. Eğer olgun çıkarsa, sen benim dediğimi yapacak mısın?
– Söyle bakalım, diyeceğin neymiş?
– Pekey: yolma işimiz, şahra çekimimiz bir haftayacak biter mi? Biter diyelim… Harmana da on gün ayır!
– Ayırdık gitti… Sen diliyin altındaki baklayı çıkar…
– Güz girimi bizim Halil’in düğününü yapak diyordum. Hazır Mustafa da gelmişkene… Kardaşının düğününde bulunmuş olur.
– Yahu, düğünün sırası mı bunca borç-harç varkane? Daha ağayla hakkımızı bölüşmedik. Bakalım, sehmimize kaç kile buğday düşecek… Sağa-sola epeyce borcumuz var. Oğlana izin dönüşünde para gerek. Gelinin düzenesi bozuk! Daha, üstündeki fistanlık gelinliğinden kalma. Hasımlarımız ne der? “Gelin oldu, üstüne bir basma almadınız!” demezler mi?
– Zaten sen böylesin: Hep benim dediğimin tersini yaparsın. Hep önüme bir kaya yuvarlarsın. Bir bahse girişek dedik, iştahımızı kursağımızda koydun… Ah, benim kara yazgım, ah!… Ne zaman sözüm tutuldu ki?!…
– Yahu dur hele, hemen gözlerin sulanmasın. Nasıl olsa bahsi kaybedeceksin… Pekey, bahse tutuşsak; fakat benim de bir şartım var. Şöyle beri gel! Kulağına deyeyim…
– Kim duyacak ki? Aşikâre desene, hem senin ne diyeceğin olacak? Ya “kölük aşı” istersin, ya da demli çay…
Bu kez istediğim başka! Şöyle kulağını beri getir… Hah şöyle…
Ömer Dayı, yaşlı karısının yüzüne doğru iyice eğildi. Buruşuk yanağını istekle öptü. “Bu gece yatağımı ayrı sermek yok!” diye fısıldadı.
Kadın:
– Allah canını ala! Bir ayağın mezarda, daha gözün oynaş kolluyor, diye güldü. Sen nere, o işler nere? Geçmiş ola, geçmiş…
– Öyle deme yaho avrat. “Sıfat kocar amma gönül kocamaz, demiş Hak aşığı Karacaoğlan… Benim şartım da bu yavrım razıysan, karpuzu kes…
– Pekey! Ahacık kesiyom…
Kadın “Bismillah” dedi; karpuzu ortadan ikiye yardı. Rengi, çekirdekleri bembeyazdı. Döndü kadının yüzü asıldı. “Allah belanı versin karpuz!” diyerek tarlaya fırlattı. Ömer Dayı kahkahayla gülüyordu:
– Gördün mü bre avrat? Karpuz da senin gibi ham çıktı. Temmuz ortasında olgun karpuz olur mu? Ama senin gözün aç! Amik Gölü’ne girsen su çalmaya kalkarsın…
– Eee, çok uzatma! Ne bileyim ben? İri görünce olgun sandım. Okkaladım, çok ağırdı. Zaten yolumu yılan kesince, anlamıştım… Uğursuz yaratık…
Ulan bunca yaş yaşadın. Hangi karpuz eyi olur daha bilemiyon… Karpuzun yeğniği, parlak kabuklusu, damarlısı eyi olur. Kavun ağır, karpuz yeğnik gerek demezler mi?
– Gelirken yılan öldürdüm. Böğün tüm işlerim ters getti… Uğursuzluk kimde acep? Sende mi, yoksa bende mi?
– Niye bende olsun avrat? Sabahın köründe ‘Bismillah’ deyip yatağımdan çıktım… Güzelcene apdestimi alıp namazımı kıldım… Gelip işime başladım… Eşeğini yitiren sen… Yılanı öldüren sen… Öldürdüğün yılanı toprağa gömdün mü?
– Gömmedim… Korktum. Eşi beni sokar deyi hemen oradan kaçtım…
– Avratlara, boşuna “eksik” dememişler canım… Yahu, yıldızları görünce, geri dirilir taman… Sinek konar, zehirlerini sağa-sola bulaştırır… Hadi get de sen… Yarımakıllı seni!…
– Pekey, gömerim. N’olacak bizim Halil’in evlenme işi?
– Olacağı var mı yavrım? Karpuz olgun çıksaydı, belkim bir şeyler yapardık. Bahsi ben kazandım. Bu akşam, vaktine hazır ol, ey Acemi Şahı…
– Cec zamanı onbeş-yirmi külek buğday ayırıp ağadan gizlesek… Remil mi attı? Nereden bilecek? Tarlayı süren biz… Ekip böyüden biz… Bekleyip koruyan biz… Üç ona, bir bize… Üç ona, bir bize Allah’tan reva mı?
– Nankör olma avrat! Tarla-tohum, saban-koşum onun değil mi? Bize yol verse, “Hadin başka kapıya” dese nederik? Tek dikili ağacımız yok taman! Sınırda mayın bekçiliğimi yaparık? Ye iç de, haline şükret!…
– Amaaan… Sen de! Dirliğimiz it dirliği… Nesine şükredek? Köyün tümü ağanın…Daş attı da kolumu yoruldu? Nesi varsa, Seferberlikte dağa çıkan babasından kalma! Kışın Suriye’de oturur, yazın gelip fakir-fukaranın ensesinde! Herifin çifte nüfus kâğıdı var. “Çift memeli Halep ineğine sahip” derler ya… Tıpkı öylesi: Hem ötegeçedekileri sağar, hem de bu geçedekileri… Ahmaklık bizim hökümette… İşin dibini kurcalamaz… Kabahat sınırı çizenlerde… Ağanın toprağını ortadan ikiye bölmüşler… Ah nolaydı olaydı da Haleb’ecek bizim olaydı. O zaman sen göreydin bizim ağanın forsunu… Sayesinde biz de eyi bir gün görürdük. Beni kâhya yapardı. Acımı-datlımı sağlardı. Üç-beş dönüm tarlanın tapusunu üzerime çıkarttırırdı. Mal dediğin tapulu olacak! Tapusuz tarla, nikâhsız avrada benzer… Bak şu tarlayı yirmi yıldır ekip biçerik… “Bizim” diyebildik mi? Niye? Çünkü tapumuz yok! Aslında bizim… Bizim ama gel de sağa-sola anlat!… Neyse… Hadi kalk da biraz deste topla! Akşamacak harman yerine dört sefer yapman şart! Emeğimiz yazıda kurda-kuşa kısmet olmasın!… Harmandan çuval çuval ağanın evine taşıyacağına, varsın kurda kuşa kısmet olsun… Heç olmazsa sevabı bize yazılır. Üç evli ağayı doyurmak bize mi kaldı? Görpe avratları öte geçede. Bu yandakinden sıdkını sıyırmış… Ayda yılda bir-iki kez uğrar… Alacağını mı toplasın, uşaklarını mı sevsin? Karının koynunda mı yatsın?
– Hös lan hös! Senin kalbin çıfıt mezarlığı… İşin gücüm fitnelik… Ben ne dersem sen tersini söylersin. O kadar çalıştım, çabaladım da sana “Kırat”a irey verdiremedim. Geldin gettin “Altıok”a sarıldın. Altıok gözüne saplansın! Hani bize toprak vereceklerdi! Noldu?!…
Kadın “Gene başlama!” diyerek yerinden hırsla kalktı. Söylene söylene deste toplamaya gitti. “Bir haftalık deste birikmiş… Şu halimle nasıl baş edeyim? Kara kaderim. Avrat olacağıma ağa kapısında it olaydım. İtin yalı, yediğimizden yağlı!…” diye söyleniyordu.
Ömer Dayı elliklerini parmaklarına geçirdi. Orağını eline alıp ekinin üstüne yürüdü. Ilık bir garbi yeli esiyordu. Gün doğmuştu. Hışır hışır ses çıkaran altın sarısı buğdaylara, sevgiliye sarılıyordu. Batıda, Karasu ince bir ip gibi Suriye sınırına doğru uzayıp gidiyordu…
Az sonra, yazının sessizliğini Meydanekmez’e doğru düdük çala çala koşuşan “Bağdat Ekspresi” bozdu. Ömer Dayı, yorgun bakışlarını trene çevirdi. “Get bakalım kara tren, get. Bizden, mübarek topraklara selam söyle!” dedi. “Şu bizim avradın sakat işleri… Oldu bitti gözü dar… Kıskancın eteği yamalıklı olur, derler. Ne güzel söz… Aklı fikri elin yediğinde; elin giydiğinde…” diye düşündü.
Döndü Kadın homurdana homurdana desteleri haymanın yanına taşıyordu. Eşekle katır, kulaklarını yana indirmiş, haymanın gölgesine sığınmışlardı. Döndü Kadın, yeni bir desteyi almak için eğildi. Destenin altından kocaman bir torba çıktı. Bu siyah renkli, otuz kiloluk bir naylon çay torbasıydı. Sevinçle kucaklayıp haymaya doğru yürüdü.
– Herif, gel hele herif, diye bağırdı. Sesi, konuşması değişmişti. Gözleri ışıl ışıldı. Ömer Dayı yanına varınca heyecanlandı, “Kaçakçılar gizlemiş olacak” dedi. “Acep gerisi var mı?”
Koşup bütün sapları alt üst ettiler. Üç torba daha buldular. Döndü Kadın, keyfinden çibidik çalıp oynuyordu. “Oh, ohh! Halil’in kısmeti… Otuzardan yüz yirmi kilo eder. Her kilosu otuz beş liradan… Ahacık sana bir etek dolusu para. Ağan da yerin dibine batsın, buğdayın da! Bu para bize yeter. Yüce Tanrım beni sana muhtaç etmedi.”
Ömer Dayı bir suç işlemiş gibi başını önüne eğdi:
– Dur hele avrat, dur! Bu kadar sevinme! Aklımı da karıştırma! Şöyle oturak da karar verek… Şimdi, bunca çayı nederik? Gedip Tahtaköprü Karakol Komutanına haber versek? Hı, ne dersin?
– Deli misin herif? Elimize bir fırsat geçmiş. Destelerin altında bulmuşuk… Bizim tarlamızda bulunan her şey bizim olur. Hayvanlara yükleyek… Üstlerine biraz buğday atak… Doğru eve götürek…
– Karakola haber versek, üçte birinin parasını bize bulmacılık olarak verirler. Gel, sen burda bekle, ben gidip jandarmalara haber vereyim…
– Hadi ordan ödlek herif! Elimize geçen fırsatı niye kaçırak? Jandarmalar gizliden satar, parasını afiyetle yerler.
– Ben, senin gibi gözü küllü değilim.
– Hayvanlara yükle gerisine karışma! Eve taşımak, müşteri bulmak bana ait. Çay gibi malım olsun herif, kim olsa alır…
On dakika kadar çeneleştiler. Ömer Dayı yaşlı kadını bir türlü kandıramadı. Söylene söylene ona yardım etti. Dört çuval çayı hayvanlara yüklediler. Üzerini buğdayla örttüler. Döndü Kadın eline bir değnek alıp iki hayvanı önüne kattı. Ömer Dayı arkasından bağırdı:
– Karııı!
– Buyur herif?
– Ben de geleyim mi?
– Olmaz! Komşular kuşkulanırlar. “Bu herif, bu saatte yolmayı niye bırakmış?” derler. Ben torbaları eve saklar, hemen dönerim. Hatta eve bile götürmem. Harmanın içine gömerim. Akşam olunca, sessizce ahıra taşırık…
Döndü Kadın, yarım saat sonra Kilis-İslahiye şosesine vardı. Hayvanları heyecanla sürüyordu. “Oğlumun kısmeti çıktı. Halil’imin kısmeti oldubitti boldur. Güz girimi düğününü yaparık. Nişanlısı iki yıldır yol gözlüyor… Üç-beş kuruşunu da Mustafa’ma harçlık olarak veririk… Herifin de üstü başı eskidi. Hey kurban olduğum adı güzel Allah’ım… Herifimi Osmanlıya Paşa yapsaydın, böyle sevinmezdim. Otuzar kiloluk dört torba çay… Kimin eline geçer? Kaçakçıların gözlerini seveyim. Bizim için sapların altına gömüşler. Bize ana sütü gibi helaldir, diye mırıldandı.
Döndü Kadın, önde giden eşeğe yavaşça vurdu. “Çüşşş! Doğru yürü kızım!… Hadi hatın anam. Yürü boz eşeğim… Bu akşam yeminizi birer avuç fazla vereceğim… Aman dikkatli yürüyün! Siz cevahir taşıyonuz hatın kızlarım… Aman yükünüzün ne olduğunu kimseye belli etmeyin! Dost var, düşman var. Hemen gedip kumandan beye ulaştırırlar. Bizim ahmak herife kalsaydı jandarmalara haber verecekti. İki kişinin azığı, üç kişiyi aç koyar. Jandarmalar başka kapıdan yollarını bulsunlar. Gözel Mevla’m bizi düşünmüş, çayları sapların altına gömdürmüş… Kısmetinde varsa gelir Yemen’den, kısmetinde yoksa ne gelir elden…”
Ağaçların sık olduğu dar boğazdan geçip bayıra doğru tırmanınca, karşıdan bir jip göründü. Döndü Kadın, jipi hemen tanıdı. Askeriyeye aitti. Jipin önünde bir teğmenle astsubay oturuyordu. Şoför acı acı kornaya basarak yol istiyordu. Jip tam yanlarına yaklaşınca, huysuz katır çifte atıp sağa kaçmak istedi. Yuları eşeğin semerine bağlıydı. Geriye doğru çekilen eşek, dengesini kaybedip yana yıkıldı. Tekme savuran katır, eşeğin çevresinde dönüp duruyordu. Acemi olan şoför, frene basıp yolun sağına direksiyon kırdı. Hızla giden arabaya hâkim olamayınca, jip şarampole yan yattı… Döndü Karı, üç-beş saniye içinde olup bitenin farkına vardığı zaman iş işten geçmişti. Kaçak çay torbaları şosenin üzerine yuvarlanmıştı. Yularını kıran katır, geriye dönerek, iniş aşağı kaçmaya başlamıştı. Semeri yan dönen eşek, hâlâ yerde debeleniyordu.
Yaralanan şoför bayılmıştı. Teğmenle astsubayın alınları ön cama çarpmıştı. Astsubayın şakağından kan sızıyordu. Türlü küfürler savurarak arabadan indiler… Döndü Kadına doğru öfkeyle yaklaştılar. Döndü Kadın, yumruklarını sıkmış, çay torbalarının başında, tunçtan bir heykel gibi dimdik duruyordu…
____________________________________________
(Türk Edebiyatı Yayınları, Dilek Çınarı, Şevket BULUT)