Öfkeli Mayınlar

Ahmet ELMALI
Sayın okurlarım;
Zaman zaman elime olayları Kilis’te geçen ilginç hikâyeler geçmektedir. Bunların kaybolmasını istemediğim için sizlerle paylaşmak istedim. Hikâyelerde Kilis’i anlatan anılar, mekânlar, tarihi bilgiler geçmektedir.
Şimdi sizlere Şevket BULUT’tan “ÖFKELİ MAYINLAR” adlı hikâyeyi sunuyorum:
***
Mehmed sırtındaki kaçak çuvalını yere indirdi. Alnındaki boncuk boncuk terleri elinin tersiyle sildi. Mayın tarlasına yaklaşmışlardı. Onun durduğunu hisseden diğer beş kişide çuvalını yere indirdiler. Mehmed’e en yakın olan öfkeli bir sesle sordu:
– Niye durdun Memedo?
Mehmed karanlık gecenin sessizliğini birkaç kelime ile bozdu:
– Köyden el feneriyle işaret verdiler; galiba ihbar var. Bu durumda Türkiye’ye geçmek çok tehlikeli…
Beş yabancı adam, Mehmed’in etrafını sardı. Mehmed kederliydi. Üzüntüsünü sesinin titremesinden belli oluyordu. “Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş…” diye kendi kendine mırıldandı. İçin için bu beş kişiye küfrediyordu. Sınır köylerinin en namlı rehberiydi. Kilis’te, İslahiye’de, Kırıkhan’da şöhretini duymayan kimse kalmamıştı. Fakat son zamanlarda işi kötü gidiyordu. Tahtaköprü sınırı karakoluna atanan Teğmen, sınırdan kuş bile uçurtmuyordu. Son bir ay içinde, kaçakçılarla jandarmalar arasında on iki defa silahlı çatışma olmuştu. Teğmen gelmeden önce işi tıkırındaydı. Sivaslı Halil Çavuşla anlaşmışlardı. Her yaya kaçakçıdan “Geçiş bedeli” olarak beş yüzer lira alıyor, aldığını Çavuşla bölüşüyordu. Mertti, sözünün sahibiydi. Herkes onun için “Sözü demir kertiği… Başını verir sözünden dönmez!” diyordu. Samandağı’ndan Mardin’e kadar bütün sınır boyunu karış karış tanırdı. Elindeki özel haritada karakol görevlilerin künyeleri mayın şeridindeki geçiş yolları bir bir işaretliydi. Rehberlik onun için bir meslek haline gelmişti. Bir kara yılan gibi kayar giderdi. Haran ovasında, Amik’te ayak izleri hiç silinmezdi. Bazı geceler üç yüz kişiyi peşine takar, ölüm saçan mayınların arasından kimsenin burnunu kanatmadan Suriye’ye geçerdi.
Son zamanlarda kurduğu düzen bozulmuştu. Teğmen, pişmiş aşa su katıyordu. Rüşvet teklif etti, olmadı. Acem halıları, tropen kalemler, gazlı çakmaklar götürdü; kabul etmedi. Gözdağı verdi, daha çok zararını gördü. “Bu Lazoğlu Nuh der, Peygamber demez” diyerek ümidini kesti. Onun gelişinden sonra hiçbir kaçakçı “Yol” alıp sınır geçememişti. Fakat Mehmed gözü kanlı bir gençti. “Aç kalmam ya, rızkım böyle yaratılmış!” diyerek ölüme meydan okuya okuya geceleri sınırı geçiyordu.
Mehmed için mayınların tehlikesi yoktu. Çünkü onun özel geçidi vardı. Yılan kıvrımını andıran bu izden ondan başkası kolay kolay geçemezdi. Kıl payı bir yanılma, kaçakçıların ölümü demekti. Kaçakçılık dikkat, yürek, hüner isteyen bir meslekti. Dalgınlığa, unutkanlığa gelmezdi. Atılan her adımın bir değeri vardı.
Sınırda ölüm, çok çeşitliydi: Bir yanda sessiz sessiz müşteri bekleyen mayınlar, bir yanda insafsız mavzer kurşunları…
Beş adam, tabancalarını çekip Mehmed’in heykel donukluğundaki vücuduna dayadılar. Bir elindeki “M1” tüfeğini aldı. Mehmed için için gülüyordu. “Bu deliler ne yapmak istiyorlar?” diye karanlığı yararak yüzlerindeki ifadeyi okumak istedi. İçlerinden en güçlü ve uzun boyluları:
– Bak Memedo, bize kalleşlik düşünüyorsan pişman olursun! Her birimizden üçer yüz lira aldın. Bizi böyle uyuz merkep gibi mayın tarlasının ortasında bırakamazsın!
“Bırakmayacağım” dedi Mehmed: “Ama sabırlı olmanız lazım. Köyden emmioğlu işaret verdi. Jandarmalar yakınımızda olmazsa işaret vermezdi…”
– Peki ne yapacağız?
– Geri döneceğiz!
– Bizim gün ışırken Elbidtan ovasında olmamız lazım.
– Şu tabancalar gövdenden çekin de rahat rahat konuşalım. Burada saklanbaç oynamıyoruz; sınırı geçiyoruz… Hem de yol almadan…
– Bizim işimiz acele arkadaş, duracak zamanımız yok!
– Acele eden kaçakçı Azrail’e meydan okuyor demektir. Azrail ise kimsenin gözünün yaşına bakmaz. Galiba sizler bu işe yeni başlamışsınız…
– Senin bize oyun oynamadığını nereden bilelim?
– Beni kızdırmayın, kaçakçı için söz namustur. İsterseniz paranızı geri vereyim, ne haliniz varsa görün.
– Yağma yok! Bizi başından savamazsın Memedo! Bütün servetimiz sırtımızda; köyde jip bekliyor, sabah olunca kaçakçı jipi diye müsadere ederler.
– Jipe bir şey olmaz! Muhtarın kapısına bağladık. Geri dönmeden başka çaremiz yok. Boşuna inat etmeyin, yarın akşama kadar beklememiz lazım. Benim, Meydanekmez’de arkadaşlarım var, onlarda kalırız.
– Sen bize yalan söylüyorsun; ne jandarmalar var, ne de işaret verdiler!
– Sizler kaçakçı kanunu bilmiyorsunuz: Bir asker yol vermişse, bir rehber para almışsa, hayatı pahasına da olsa sözünde durur, kalleşlik düşünmez…
– Öyleyse sözünde durup bizi köye kadar götür, mesuliyet bize ait. Köyden sonra biz kendimiz gideriz.
– Ölümün üstüne gidilmez arkadaşlar! Gece jiple gidemezsiniz. İslahiye’ye kadar kırk yerde durdurup yoklama yaparlar. Malınıza acımıyorsanız bari canınıza acıyın!
Adam, elindeki tabancasının dipçiğiyle Mehmed’in sırtına hızla vurdu. Diğerleri de boğazına sarıldılar:
– Bize maval okuma ulan! Düş bakalım önümüze!… Daha fazla konuşursan seni şuracıkta bir köpek gibi gebertiriz!
Beş kişi, Mehmed’i bile bile ölüme sürdüler. Mehmed belindeki uzun ipi çözüp onlara uzattı. Öne geçti. Kaçakçılar ipten yapışıp onu ağır adımlarla takip ettiler. Mehmed heyecanlı bir fısıltıyla:
– İpi bırakan mayınların üstüne basar. Mayın üstüne basanın da sonu ölümdür. Ne pahasına olursa olsun, sakın ipi bırakmayın, dedi.
Birer metre ara ile Mehmed’i takip ediyorlardı. Ellerindeki kıl ip, cankurtaran simidi gibiydi. Nefes nefese ilerliyorlardı. İçlerindeki korku biraz daha büyümüştü. Sırtlarındaki yüklerin bu kadar ağırlaştığına bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Mehmet “M1” tüfeğini toprağa gömmüştü. İçinde garip bir sıkıntı vardı. Bir daha tanımadığı insanlara rehber olmayacaktı. Bile bile jandarma kurşunlarının üstüne gidemezdi. Başından topuklarına doğru bir ter seli akıyordu. Ne zaman böyle terlese işi ters giderdi. “Tanrı bana belayı ayan ediyor” diye düşündü.
Mayın tarlasının arasında, değneksiz bir kör gibi santim santim ilerliyordu. Ömrü boyunca böyle karanlık gece görmemişti.
“Tanrım bize yardım et, beni bu pis işin içinden kurtar” diye dua ediyordu.
Tahtaköprü baraj inşaatına sondaj işçisi olarak çalışmak için dilekçe vermişti. Dileği kabul edildiği gün, kaçakçılığı da rehberliği de bırakacaktı. Zaten bu tehlikeli işi yapmasına ne babası, ne de karısı razı olmuyordu. “Kurban olduğum Allah ne olur dileğimi kabul et. Mühendislerin kalbine merhamet sok, beni işe alsınlar…” diye için için yalvardı…
Mayın şeridinde tam yarım saattir ilerliyorlardı. Uzaktan köyünün köpekleri kesik kesik havlıyorlardı. Zaman şaşıran bir horoz acı acı öttü. Kim bilir belki de sabah yaklaşmıştı.
Mehmed, düşüncelerini bu korku dünyasından sıyırdı; köyüne doğru dörtnala koşturdu. Beşikteki küçük çocuğu, yatağında mışıl mışıl uyuyan güzel karısı gözünün önüne geldi. Ama babası, o gelinceye kadar uyumaz, nöbet beklerdi. “Kim bilir kaç bardak demli çay içti?” diye düşündü. İhtiyar babası, gözlerine öbek öbek yığılan uykuya başka türlü dağıtamıyordu:
– Geceleyin bekliyenin yoldaşı çaydır oğul, derdi…
Sırtındaki yük, Mehmed’in günah gibi çocukluğundan beri peşini bırakmamıştı. Yaşı yirmi beşti. Askerden döndükten sonra, şöhreti daha da artmıştı. Askerliğini istihkâmcı olarak bitirmesi işine yaramıştı. Tarladan karpuz toplar gibi mayın toplamasını, engebeli arazide, gözü kapalı yürümesini çok iyi öğrenmişti. Amansız mayınların arasından bir keçi yolunu, öğrendiği teknik bilgisi sayesinde açmıştı. Yol, geniş mayın tarlasında uzun gövdeli bir S çizerek uzuyordu. Ama kaçakçı parasının bereketi yoktu. İskenderun’da Soğukoluk’ta o…..lara dadanmıştı. “Haydan gelen huya gider” diyerek her hafta plajlarda, kuytu köşelerde alem yapıyordu. “Boyalı şeher avratlarına can kurban” diye kendi kendini teselli eriyordu…
Mehmed’i pembe düşüncelerden peş peşe sıkılan mavzer kurşunları çekip kopardı. Bu bir ihtar atışıydı. Demek amcası oğlunun işareti doğruydu. Yankıları Suriye dağlarına saplanan mavzer kurşunlarının peşinden…
– Durun! Yoksa yakarız!
İhtar Mehmed’den başka, hepsinin dizinin bağını çözüverdi. Mehmed, omzundaki ağır çuvalı yere bırakıp arkasına çömeldi. O, bu gibi karşılaşmalara alışkındı. En çıkar yolun geriye dönmek olduğunu biliyordu.
Beş kaçakçı tabancalarını ateşlediler. Sayısız mavzer kurşununa karşı beş serseri tabanca kurşunu vızlayıp durdu. El fenerleri üzerlerine çevrildi. Sağır kurşunlar, aman tanımaz kurşunlar. Mehmed, yükün arkasına pustukça pusuyordu. Silah sesleri keklik yarışı gibi uzun müddet devam etti. Dağ taş inliyordu. Ufkun karanlık bakışlarında ölüm taşan bir öfke okunuyordu. Ölümü önceden hisseden köpekler, acı acı uludular.
Mehmed yerinden hiç kıpırdayamıyordu. Alnına biriken terleri durmadan önündeki çuvala siliyordu…
Bu karşılıklı müsadere uzun müddet sürecekti. Fakat acı bir çığlık, kaçakçıların ölüm fermanını onayladı:
Aman yandım anam! Sesinin peşinden üç mayın patlaması işitildi. Bir asker kurşunu en arkadaki kaçakçının omzuna saplanmıştı. Kurşunu yiyen kaçakçı, can havliyle kendini yere fırlattı. İpi kollarına dolayan diğer kaçakçılar da dengelerini yitirip mayınların üzerine yuvarlandılar. Mayınlar tepelenmesine göz yumamazlardı. Öfkeyle patladılar. Üç mayın beş kişinin vücudunu hallaç pamuğu gibi havaya savurdu. Mehmed’e yan üstü düşmüştü. Sol elindeki ip, kolunu dirseğinden koparıp havaya uçurdu. Müthiş bir acı duyuyordu. Sol kolundan bir kan seli boşanıyordu. Kolunu toprağın içine iyice gömdü. “Belki havasız toprak altında kan durur” diye düşündü.
Mehmed daha fazla dayanamadı. Gözünün önünden bir hayal ırmağı akıyordu. Karısını, beşikteki çocuğunu, düşündü. Babası ona çay bardağı uzatıyordu. Halsizce yerinden doğruldu. Kesik kolunun ucunda toprak, çamur olmuştu. Geriye döndü, sürüne sürüne ilerledi. Eline, ayağına kanlı başlar, kanlı gövdeler, kollar, bacaklar değiyordu. Bu et yığınları arasında yavaş yavaş ilerledi. Ayağına uğursuz ipi takıldı. İpi toplayıp bir ucunu ağzına götürdü. Diğer ucunu beline doladı. Daha sonra kan fışkıran kolunu iyice bağladı. Jandarmaların “dur” ihtarına aldırmadan süründü. Başı dönüyor, kulakları uğulduyordu. Sanki binlerce arı, tepesinde oğul veriyorlardı. Dudakları dizleri, boğazının etleri durmadan titriyordu. Alnına biriken terleri silmekten ceketinin sağ kolu ıp ıslak olmuştu.
Başını kaldırıp doğuya baktı. Gecenin karanlığında beyaz bir yama gibi bir ağartı gördü. “Şafak atacak” diye düşündü. Tek eli, iki dizi üstüne sürünüyordu. Ufuktaki beyazlık durmadan şekil değiştiriyordu. Biraz daha dikkatlice bakınca, ufuktaki beyazlığın üzerinde karışık yazılar olduğunu gördü. Yazıları okumaya çalışıcı, fakat bir türlü net göremiyordu. Mayın tarlasını sürüne sürüne geçti. Suriye topraklarına adım atmıştı.
Tekrar ufka baktı, koca harflerle beyaz kağıdın üzerindeki yazıları tane tane okudu. “Kolunuz sakat olduğundan Tahtaköprü baraj inşaatında çalışmanız uygun görülmemiştir…” Düşündü, sol koluna baktı: “Ben dilekçe verdiğim zaman kolum sağlamdı. Bu adamlar ne çabuk mayında uçtuğumu öğrendiler?” diye düşündü. Kolunu nefretle salladı. Hâlâ kan sızıyordu. “Başımın belası” diye tükürdü. “Ben kolsuz Memedo, ben çolak Memedo…” diye bağırdı. Sesi öfkeliydi. Uzun müddet ağladı. Güneybatıya baktı: Meydanekmez’in sönük ışıkları yanıp yanıp sönüyordu. Yerinden doğruldu. O yöne doğru koşmaya başladı…
__________________________________________________________
(Hareket Yayınları, İstanbul, Al Karısı, Hikâyeler, Şevket BULUT)