Asma
Sayın okurlarım;
Zaman zaman elime olayları Kilis’te geçen ilginç hikâyeler geçmektedir. Bunların kaybolmasını istemediğim için sizlerle paylaşmak istedim. Hikâyelerde Kilis’i anlatan anılar, mekânlar, tarihi bilgiler geçmektedir.
Şimdi sizlere Şevket BULUT’tan “ASMA” adlı hikâyeyi sunuyorum:
Mustafa yedi yaşına giriyordu. Siyah önlüğü, beyaz yakası, meşin çantası, renkli alfabesi, defteri, kalemi almıştı. Şahne Mehmet, bir yandan elindeki yemeniyi dikerken; bir yandan da dükkânın önünde tıraş olan oğlunu izliyordu. Çocuğun omuzlarından aşağı doğru sarkan sarı saçları kesildikçe, Mehmet ustanın içi cız ediyordu. Çocuk doğdu doğalı bu saçlara makas değmemişti. Mehmet Usta, dükkânın önündeki gümrah asmaya başını kaldırıp baktı. Yediveren asmada, her biri yarım kilo gelen siyah üzüm salkımları, sarkıyordu. Bakışları asmayla oğlu arasında mekik dokuyordu. Mustafa’sını ne kadar seviyorsa, kalın gövdeli yediveren asmasını da o kadar seviyordu.
Bu asmayla Mustafa arasında çok yakın bağlantılar vardı. Asmayla çocuk yaşıttı. Bu güzel asma, görülmüş bir düşten sonra dikilmişti. Yedi yıl önce, karısının görüp de kendisine sonradan anlattığı düşü hatırladı.
Yedi yıl önce, onulmaz bir derdi vardı. Karısı gebe kalıyor, çocuk doğuruyor; fakat daha kırkı dolmadan ölüyordu. Bu şekilde tam dört çocuğu olmuştu. Nur topu gibi tam dört erkek çocuk… Çocuklar doğarken çok sağlıklı, gürbüz oluyorlardı. Fakat sonradan, bir iğne bir iplik, kara toprağı boyluyorlardı. Hocalar, bakıcılar, anası sütünün zehirli olduğunu söylüyorlardı. Birinci çocuk, doğumdan yedi gün sonra ölmüştü. Anasının memesini emmemişti. Nişasta yapmışlar, boğazına sulandırılmış, keçi sütünü dökmüşler, çaresiz, yaşamamıştı. İkisi, Anasının memesini emmeğe emmişti. Fakat daha onuncu gün dolmadan, o da mosmor kesilip ölmüştü. Yaşlı kadınlar “albastı” demişlerdi. Mehmet Ustanın içine kuşku girmişti. Ne yapacağını şaşırmıştı. Oysa Kilis toprağında, çocuksuz aile ürünsüz tarla demekti. Derdini Şıh Efendi’ye, Ökkeş Hoca’ya anlatmıştı. Bu iki ulu insan, sabırlı olmasını salıklamışlardı. Şörahbil Hazretlerine adak adamıştı. Güzel karısı Güllü, üçüncü çocuğa gebe kalınca, yüzünde mutluluk gülleri açmıştı. Gönlünde umut bülbülleri şakımıştı. Fakat bu çocuk da, doğum anında ölmüştü. Dördüncü çocuk, otuz beş gün yaşayınca, Şehne Mehmet sevincinden Kilis toprağına sığmaz olmuştu. Ama ne yazık ki, komşuları Tatar Nuri’nin karısı loğusayken, karısının üstüne gelmişti. Çocuğunu “kırk bastığı” için bu umudu da suya düşmüştü. Kırk basınca; kırk saat içinde kırk atlıdan kırk lira toplanmış; bu kırk lirayla bir kazan alınmıştı. Kara kazanın içine kırk komşudan kırk tas su toplanmış; Dörtyol ağzına kurulup altı yakılmıştı. Tam Öğle ezanı okunurken, kırk yıllık dul bir kadın tarafından çocuk, kırk delikli süzekle su dökülüp kırklanmıştı… Fakat boşuna: çocuk morara sarara, “vak vak”
ede ede boğulup gitmişti.
Peş peşe ölen dört çocuktan sonra, umut kapısının dört yıl kapalı kalmıştı. Mehmet Usta çocuk diye kıvranırken, Güllü kadın, gizli gizli gözlerinden coşkun ırmaklara eş, yaşlar akıtıyordu. Eli işe varamaz olmuştu. Adak adamıştı; tutmamıştı. Hacılar, cindarlara muskalar yazdırmıştı; sökmemişti. Hacılara zemzem ısmarlamıştı; gelmemişti. Tüm kapılar yüzüne kapanmıştı… Ankaralara, İstanbullara etek etek para taşımışlardı. Göbekli doktor eşikleri aşındırmışlardı… Ağaç kökten kurumuştu…
Dal ışkın vermiyordu. Köşger Şahne Mehmet, kafasına koymuştu: “Üstüne evlenirim avrat!” diyerek kestirip atmıştı. “Avrat bulunur amma evlat bulunmaz” demişti. O böyle dedikçe, Güllü çığlığı basmıştı. Kocakarılara koşmuştu. Cindarlara şirinlik muskası yazdırmıştı. Erkeğinin erliğini bağlatmıştı. Fakat Mehmet Usta’yı bir top kendir zapt etmiyordu. Haşarı bir at gibi kişniyordu. “Evlenirim de evlenirim!” diye tutturmuştu.
Ay geçmiş, yıl geçmiş; Güllü kadın, kutsal “Kadir Gecesi” bir düş görmüştü. Düşünde, ak sakallı, nur yüzlü, yeşil sarıklı bir ihtiyar sırtını sıvazlamıştı. “Kaygılanma kızım” demişti. “Senin dilek kapının anahtarı benim elimde. Tanrı sana erkek bir evlat bağışladı. Yalvarmana, çırpınmana dayanamadı. Göz yaşların dua oldu. Ağaçlar, kuşlar yasına katıldı. İyiliğin kötülüğüne karşı geldi. Baht kapın açıldı. Tanrı’nın hazinesinden cevherler saçıldı. Diyeceklerimi iyi dinle: Tam üç hafta Şıh Mehmet Hazretlerinin türbesine gideceksin. Yanında gişin de olacak. Her seferinde birer siyah kölük keçi götüreceksiniz. Hak yoluna keseceksiniz. Etinden yemek yok. Sadece dalağını közde pişirecek gişinle birlikte yiyeceksiniz. Gerisini, yabana yazıya bırakıp döneceksiniz. O, kuşların, kurtların hakkı. Şehre dönerkene, geriye dönüp bakmak yok! Şıh Efendi’nin Tekke’sinde kırk rekât nafile namazı kılacaksınız. Tanrı’nın adını kırk gün devamlı olarak zikredeceksiniz… Allah deyi deyi dağı taşı inleteceksiniz. Gözünüze görünürler. Kapınızı taşlarlar. Korkmak yok! Berk durmak, sağlam olmak gerek… Dördüncü cumanın akşamı evinize kapanacaksınız. Sabahacak Tanrı’ya dua edeceksiniz. Ertesi gün, kaba kuşlukta “İlezi bağlarından gişin bir yediveren çubuğu koparıp dönecek. Bu çubuğu en sevdiğiniz yere dikeceksiniz. Boy abdesti alıp kocanla yatacaksınız. Günler aylara düğümlendikçe asma yeşerecek. Ağaçlara su yürür kene karnındaki çocukta kımıl kımıldanacak. Asmanın toprağa dikilmesinden dokuz ay on gün sonra, Tanrı’nın izniyle çocuğunuz dünyaya gelecek… Adını “MUSTAFA” koyacaksınız. İnşallah çocuk, bu ada layık olur… Çocuğu yedi sene tıraş etmek yok. Konuya komşuya erkek olduğunu söylemek yok, kız donunda dolaşacak. Kulaklarına küpeler takacaksınız. Saçlarını yedi örmeli belik yapacaksınız. Sır çözülürse tılsım bozulur… Çocuk ölür… Sabilik yedi yaşınacak… Bu yaşacak çocuğu kem gözden, kötü nazardan saklamak gerek…
Yedi yaşınacak asmayı kurutursanız çocuk da kuruyup gider. Ayrıca, bu asmanın tüm üzümleri hayrat olacak… Sizin soydan hiç kimse, u asmadan üzüm yemeyecek… Hele çocuk, hiç yemeyecek. Yediği gün, asmada onu yer… Düş deyip de inanmamazlık etmeyin. Düş hayatın aynası… Düş gerçeğin anası…”
Kadın bu düşünü kocasına anlatınca; kocası: “Bir de bunu sınıyak avrat… Erinenin oğlu-kızı olmazmış” demişti…
Berber, çocuğun boynundaki beyaz önlüğü topladı, saçlarını yumak yapıp Şehne Mehmet’e uzattı:
– Tıraş bitti ustam. Allah oğluna uzun ömür versin, bu günecek hepimiz bu çocuğu kız bilirdik. Sırrı berk herifmişsin. Ağzın zindan kilidinden sağlammış, dedi. Köşker Mehmet kıs kıs güldü:
Neylersin Muzaffer Usta! Ağzımıza mühür vuruldu. Konuşmak elimizde değildi, dedi. Erkek çocuğunun ilk tıraşında, kesilen saçları tartılıp berbere bahşiş vermek gerekiyordu.
Şehne Mehmet cebinden bir “Reşat” altını çıkarıp berbere uzattı ve “Azımızı çoğa say kardaş” dedi. Berber altını öpüp başına koydu, “Bin bereket versin ustam. Allah her tuttuğunu altın etsin” dedi. Takımlarını toplayıp dükkânına gitti.
Köşger Şehne Mehmet, çocuğunun sarı saçlarını bir süre okşadı, öptü kokladı… Koynuna soktu. Karısına götürüp muştuluk isteyecekti. Oğluna uzun uzun sevgiyle baktı. “Mustafa’m aslan yavrusu!” diye iç çekti. Bakışlarıyla çocuğunu okşadı. Gömgök gözlerini eğilip öptü. Yusyuvarlak başı meydana çıkmıştı. “Şimdi sıra sünnette… Şanımıza yaraşır bir sünnet düğünü yapmalı” diye düşündü.
Dükkânın önüne bir kürsü attı. Çırağına bir bir simit aldırdı. Çocuk simitten parçalar koparıp yedikçe, Mehmet Usta’nın içinde sevgi dağları kabarıyordu, çocuğunun omzundaki nazarlığa saygıyla bakıyordu. Artık oğluna kız elbiseleri giydirmeyecekti. Artık oğlunu kız adıyla çağırmayacaktı. Oğlu okula gidecekti… Adam olacaktı.
Çocuk bir ara başını yukarıya kaldırdı. Asmanın çardağında ötüşen güvercinlere baktı. Asmadan sarkan siyah üzüm salkımlarını gördü. Babası, bütün davranışlarını izliyordu. Neredeyse keskiyi elini kaptıracaktı. Bir iki kere muştayı parmaklarına vurdu. Oğlu, “Baba üzüm kopar, diye diretti. Adam ürperdi. Bu asmanın üzümü oğluna ömür boyu yasak değil miydi? Oğlunu şeytan dürtüyordu. Hemen çırağını çarşıya gönderdi. “Bu asmanın üzümleri ekşi Mustafa’m!… Sana çarşıdan aldırayım” dedi. Bunu derken, sesi titriyordu. Korkuyla ürperdi…
Köşger Mehmet Usta’nın dükkânı Sabah Pazarının yolu üstündeydi. Pazarda her işi olan, bu caddeden geçerdi. Bu cadde Kadı Camisi’nden, Katran Camisi’ne kadar karşılıklı köşger dükkânlarıyla sıralıydı. Tüm caddeye “Köşgerler Çarşısı” denilirdi. Yol dardı. Uzak ova köylerinden tahıl taşıyan; yoğurt, yağ getiren bu caddeden geçerdi. Cadde, öğleye kadar çok işlekti.
Mehmet Usta’nın müşterisi hiç eksik olmazdı. Sözüne ve pazarlığına sağlam bir adamdı. Günde en aşağı otuz çift yemeni satardı. Çobanlara çarıklar, azaplara kalın köseleli postallar yapardı. Dükkânına; Maraş’tan, Urfa’dan Mardin’den toptancı tüccarlar gelirdi.
Yüzün üzerinde güvercini vardı. Boş zamanlarda dükkânın damına çıkar, kuş uçururdu. Oğlundan ve asmasından sonra en çok sevdiği, bu çeşit çeşit kuşlarıydı. Şahne Mehmet çocuğunun tıraş işi bitikten sonra keyiflendi. Gene dama çıktı. Kuşlarının sabah bakımını yapacaktı. Başını göğe kaldırdı. Gökte bir çift “şekkeli” sonbahar bulutlarını yırtarak dolaşıyordu. Şekkeli deyince, akan sular dururdu. Mehmet Usta dayanamazdı. Bütün kuşlarının kafeslerini açtı. Hepsini gökyüzüne kişledi. Ucu fileli sırığını sallayıp ıslık çaldı. “Şu bir çift kuşu yakalamanın tam sırası” diyerek işi gücü unuttu. “Nasıl olsa işleri çeviriyorlar” diye düşündü.
Oğlu dükkânın önünde oturmuş, gökte süzülen üç beş kafla kuşu izliyordu. Çırağın getirdiği beyaz üzümleri havaya atıp tutarak, gülüp eğlenerek oyunla yiyiyordu. Tam o anda Katran Camisi yönünden eşek üstünde bir köylü ihtiyar yaklaştı. Ardında üç “Balbal devesi” vardı. Mehmet Ustanın dükkânının hizasına gelince köylü eşekten indi, eşeği asmanın köküne bağladı. Selam verip dükkâna girdi. Üç deve yüklü buğdayını arasaya indirmiş, köyüne dönüyordu. Ağası bir çift yemeni ısmarlamıştı. Deveci bir gün Şahne Mehmet’in sürekli müşterisi olduğu için başka bir yere gitmezdi. Kulağı ağır işitirdi. Kalfayla çetin pazarlığa girişti. Ağanın gözünün içine girmek için, yemeniyi mümkün olduğu kadar ucuza almak istiyordu.
Çocuk develeri görünce, yerinde büzüldü. İlk deve görüyordu, korktu öndeki devenin ağzından seller akıyordu. Alt dudağını sarkıtarak homurdanıyordu. Az sonra, deve başını yeşil yapraklı asmaya uzattı. Diğer iki devede onu izlediler. Gözlerinde uzun bir yolculuğun yorgunluğu okunuyordu, çok acıkmışlardı. Körpe dallı asmayı kemirmeye başladılar. Asma, kökünden sallanıyordu. Bu sarsıntı sonucu iki salkım üzüm yere düştü. Bunu gören Mustafa, develere imrenerek, üzüm salkımının birine uzandı. Develeri izleye izleye üzümü yemeye başladı.
Tam bu anda, Mehmet Usta “süllüm”den inmiş dükkânına dönüyordu. Oğlunun elinde siyah üzüm salkımını görünce deliye döndü. “O üzümü yeme Mustafa’m” diye bütün gücüyle bağırdı. Koşarak çocuğa yaklaştı. Develer ürkerek boyunlarını çekmek istediler, birinin başı çardağın “şapta”ları arasına sıkışmıştı. Can havliyle başını aşağıya indirdi asma şaptalar, dikmeler gürültü ile yıkıldılar. Asmanın dalları yere yayıldı. Develer daha çok ürktüler. Silkinip bu yükün altından kurtulmak istediler. Öndeki deve kendini yana atınca Mustafa’nın üstüne bastı, çocuk bütün gücüyle “Baba!…” diye bağırdı. Deve ileri geri zıpladıkça yerde kıvranan çocuğu tepeliyordu. Arkadaki iki devenin yuları çözüldü. Katran Camisi’ne doğru koşmaya başladılar.
Birinci devenin yuları eşeğin semerine bağlıydı. Kurtulmak için yerinde dönüp duruyordu. Mehmet Usta, bağırarak deli gibi çocuğun yanına koştu. Yolu kapatan dalları öfkeyle sağa sola fırlatıyorlardı. Çocuğun ağzından kanlar boşalıyordu. Mehmet Usta, çocuğu dalların altından çıkartıp dükkâna götürdü. Deveci, dışarıda olanların farkına varmış; iki devesinin ardına koşmuştu. Birinci devenin çocuğu ezdiğini görmemişti.
Mehmet Usta, çocuğu kütüğün üzerine yatırdı. Üstüne kapandı, höyküre höyküre ağladı. Kulağını kalbine dayadı… Hiçbir ses duymadı. Çıraklar, kalfalar şaşkına dönmüşlerdi. Tir tir titriyorlardı. Deve hala çırpınıyor, bağırıyor, kurtulmaya çalışıyordu. Kemikleri derisinden dışa fırlamış eşeğin çevresinde dönüyordu.
Mehmet Usta çocuğu bırakıp döndüreceği kaptı. Devenin üstüne yürüdü. Üç beş kere vurdu. Deve deli gibi çırpınıyordu. Caddeden geçilmez oldu. Devenin yuları dolaşınca, yere ıhtı. Mehmet Usta içeri koşup keskin keskisini kaptı. Devenin karnına üç beş kere saplayıp boydan boya parçaladı, bağırsakları kaldırım taşlarının üzerine yayıldı. Yan üstü düştü. Ayakları titredi. Ağzı köpüklendi. Kanları yere göleklendi, gözleri yumuldu. Dili dışarı fırladı. Titreyerek, ayaklarını çırparak can verdi.
İhtiyar deveci, iki devesini yakalamış; geri dönüyordu. Yerde devesini ölü bulunca çığlığı bastı.
Şahne Mehmet, Şahne Mehmet!… Demek bir asma için koca devemi öldürdün ha? Evimi başıma yıktın ha? Ben köyüme nasıl giderim? Ağanın yüzüne nasıl bakarım? Beni azaplıktan çıkarır… Etimi tike tike doğrar… Devesinin kanını ister, diye Şahne Mehmet’in üstüne yürüdü. Bar bar bağırıyordu. Şahne Mehmet yerden döndüreceği aldı. Titrek ellerle havaya kaldırdı. Bütün gücüyle devecinin başına indirdi:
– Ulan ilahsız!…Ulan dini yok gavur!… Benim biricik oğlum öldü! Sen hâlâ uyuz bir devenin sözünü ediyorsun. Ulan seni bana parayla mı verdiler, diye bağırdı. Devecinin başını bir vuruşta parçaladı. Deveci ağzını ayırdı; nefes almaya çalıştı. Deli gözleriyle çevresine bakındı. Ağzından okluk oluk kan boşaldı. İlkindi, titredi. Konuşmak istedi. Parmağıyla devesini gösterdi, “cark” diye yere düştü. Beyni kaldırıma yığıldı. Siyah taşlar kırmızıya boyandı. Parmakları açılıp kapandı. Tutalgalı gibi üç-beş saniye de yerde çırpındı. Sonra kasılıp kaldı…
Şahne Mehmet, yeniden çocuğunun yanına koştu. Onu bağrına bastı. Kucağına aldı. Öptü, kokladı. Çocuğun boynu arkaya düştü. Kolları yana sarktı. Çenesinde, döşünde kanlar pıhtılaşmıştı. Gözlerinin beyazı donuk donuktu. Yüzündeki kan ve şıra bulaşıklarına, sayısız karasinek konup konup kalkıyordu…
_____________________________________________
Hareket Yayınları, Sarı Arabalar, Hikâyeler, Şevket Bulut