Kilis Nefse (Lohusa) Hamamı-3
Aysel MASMANACI BEŞOĞLU
Lohusa, göbek taşında otururken şüdütlendi. Leğendeki ve ayrıca cam kap içindeki şüdütten istedikleri kadar alıp yiyorlardı. Teyzem bir fincan içinde bana da şüdüt ikram etti. Böyle bir tat olamaz! Çok güzeldi. Böyle damağınıza bal tadı ile birlikte yoğun bir tarçın, karanfil, zerdeçal, karabiber… O kadar güzeldi ki!…
Şüdütü yiyenler lohusanın yanına sokulup iyi dileklerini yapıyor, doğumdan sonra günahlarından arınmış olarak düşünülen lohusanın dilekleri ile kendi dileklerinin gerçekleşeceğine inanıyor, adeta kuyruğa giriyorlardı. Şüdütü topuğuna süren bir kadına takıldı gözlerime. Ha bire topuğuna şüdüt sürüp duruyordu. Güya topuğundaki çatlakları geçecekti. Bir kadın da eli yanmış, yanan eline şüdüt sürüyordu. Her derde deva! Bir genç kız da şüdütü almış yüzüne maske yapmıştı. Balın cilde iyi geldiğini biliyordum duymuştum.
Lohusanın da yüzüne maske yapmışlardı. Hamilelik esnasında lohusanın yüzünde oluşan ‘is’ dedikleri lekeleri şüdüt temizliyormuş. Bir an kuzenimle bakışlarımız karşılaştı. Bana ne halde olduğunu anlatmak istercesine masumane bakıyordu. Dayanamadım, gittim yanına oturdum. Her yeri şüdüt kokuyordu. Gülümseyerek:
– Görüyorsun halimi değil mi, dedi. Düşüncelerimde yanılmadığını anladım.
– Adet değil mi?
– Kaynanamla annem böyle istedi.
– Yapılacak bir şey yok! Emir büyük yerden!
İkimiz de kıkırdayarak gülüyorduk.
– Gülme gülme dedi. Şüdüt cildi geriyormuş. Sen de sürsene yüzüne!
– Sağol canım benim ihtiyacım yok!
Yeniden gülüştük!
Ay aman o ne, bir de baktım ki yerde bir sülük! Kıvrıla kıvrıla yerde yürüyor. Arkamı döndüm bir kadın iki ayağını uzatmış dizlerine sülükler yapışmış, birden içim kalktı!
İnsanların kanını emen ve o kanla beslenen sürüngen hayvanlar.
Diz ağrılarına iyi geliyormuş ve kandaki iltihapları yok ediyormuş!
Nereye baksam ayrı bir olay, ayrı bir kültür…
Biraz hava almak için dış havuşa çıktım. Yoğun buhar ve havasız ortamdan oldukça sıkılmıştım. Bir soda almak için çantalarımızın olduğu bölüme doğru yürürken hamamın ortasındaki orta havuza akan musluktan elimi, yüzümü yıkadım. Hamamın kasasında bu defa Süreyya Teyze yoktu. Fatma’nın halası oturuyordu. Bir kadınla hararetli hararetli konuşuyorlardı.
– Kaç yaşında bu çocuk?
– Daha dört yaşında mehsim (yavrucak)!
– Yeri anam yeri… Bu oğlan anca 11 yaşında var!
– Be‘ anam sege (sana) yalan mı söylüycük?
– Baksene bıyıkları bile terlemiş!
– Bari babasını da getireding!
Ben orada gülmekten kırılıyorum.
Yavrum çocuk mahcup!
Başı yerde, gözleri dolu dolu!
Annesinin tuttuğu elini çekiştirip duruyor. “Hadi gidelim buradan ana!” der gibi.
– Geç hadi geç! Bir daha bu çocuğu getirme! Eyip günah!
Hemen oradan uzaklaştım.
İçeriye girdiğimde herkes önüne sofrasını açmış, kimi çoluğu çocuğu ile kimi de grup halinde oturmuş yemek yiyorlardı. Mercimekli köfteden tutun da öcceye varıncaya kadar. Miceddereler (mercimekli pilav), acur ve biber turşuları. Kiminin sofrasında dolma, yaprak sarması, börekler, kekler… Tam bir “Halil İbrahim Sofrası”.
Ablam da dış havuştaki odamızdan yiyecekleri almaya gitti. Ama ben hiçbir şeyden yiyememiştim. Bir de baktık ki tellak ve kaymeler, her biri bir ucundan tuttukları büyük bir leğenin içinde lahmacun getirdiler. Herkese dağıtıldı birer ikişer. Çoğunun da sofralarında elma, portakal ve mandalina gibi meyveler de mevcuttu.
Güle oynaya yenildi içildi, söylenildi ve lohusaya “SIHHATLER OLSUN” dileklerinden sonra herkes evine dağıldı…