Dolar 32,3728
Euro 34,5292
Altın 2.381,74
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Kilis 24°C
Hafif Yağmurlu
Kilis
24°C
Hafif Yağmurlu
Çar 24°C
Per 23°C
Cum 21°C
Cts 18°C

Çocukluğumun Unutulmaz Sesleri-2

Çocukluğumun Unutulmaz Sesleri-2
A+
A-
02.11.2020
371
ABONE OL

Dr. Mustafa TEKÇE

 

Değerli Dostlarım;

Kilis’te Nurettin Mahallesi Ulu Camii sokağında büyük servili evde geçen çocukluğumun unutulmaz seslerinden birisi de destancılardı. Evimizin çok yakın olması, ayrıca Arasa Çarşısı’ndaki dede-baba dükkânımıza gitmek için her zaman geçtiğim sabah pazarındaki sesler unutulmaz anılarımdan olmuştur…

O yıllarda hemen her yirmi, yirmibeş günde en nihayetinde ayda bir defa her sabah namazı sonrası kurulan Kilis sabah pazarına mutlaka destancılar gelirdi. Televizyonun olmadığı, gazetelerin ya akşama doğru ya da bir gün sonra geldiği, radyonun parazit nedeniyle tam olarak dinlenilemediği o yıllarda Kilis için bu çok önemli bir hadiseydi.

Gelen destancı bir elinde bir borazana benzer tenekeden yapılmış konik bir boru, ya da akülü bir hoparlör, diğer elinde ikinci hamur bir kâğıda genellikle mavi olarak bir sayfaya basılmış üzerinde bazen bir de fotoğraf bulunan destanı okumaya başlaması ile birlikte Sabah Pazarına gelen nerdeyse tüm ahali etrafına toplanır; yanık yanık okunan bu destanı dinler, bazıları gözyaşlarını tutamaz ceplerinden çıkardıkları mendillerle gözyaşlarını silerlerdi.

Destancının sesini nerde olursam olayım daha evimizde iken bile duyar duymaz bir an dahi beklemeden pazaryerine koşardım.

Bu destanlarda:
Askerde ölen oğluna yapılan ağıtı;
Sevdiğine verilmeyen kendini Toros dağlarından atan kızın feryadı;
Sevdiği kızı kaçıran gencin kurşunlarla can verişini;
Sevdiği gence kaçan kızın kardeşleri tarafından katledilmesini;
Varto depreminde enkaz altında yok olan hayatları;
Çaresiz derde düşen yeni gelinin ızdırabını;
Çocuğunu doğururken ölen talihsiz kadını;
Mayında ayağını kaybeden gencin çaresizliğini;
Düğün davulu çalarken yakalandığı tifoyla inleyen gelini;
Kör kurşunla düğünde vurulan yiğidi;
İlim ve irfan sahibi bir efendinin vefatını;
Hayır sahibi bir insanın rüyasını;
Kötülük yapan birinin feci akıbetini;
Trafik kazasında ölenlerin hatıralarını;
Yetim kalan yavruları… Bir bir acı acı anlatılırdı.

Bu destanlar, daha yüzlerce feryatların sesi olur. O teknoloji ve iletişimin olmadığı çağda toplumun merhamet, şefkat ve yardımlaşma duygularını sürekli ve canlı olarak yaşatırdı.

Aklımda kalanların bir kısmını hiç unutamadım:

destan

“İşitin analar benim ahımı
Kimler aldı kimler hep günahımı
İftirayla kirlettiler temiz adımı
Bizim hesabımız mahşere kaldı

 

Emmim, babam verdi son kararımı
Kardaşlarım aldı tatlı canımı
Hiç günahım yokken döktü kanımı
Bizim düğünümüz mahşere kaldı.”

***

“Dinleyin kardaşlar benim kaderim
At sırtında köy köy yola düşerim
Rızkım için bu çileyi çekerim
Gavurdağdan aşağı düşen ben oldum”

***
“Mayın tarlasında bir yiğit kalmış
Ayağını toprak, kurşun can almış
Altı çocuk bir kadın hep yetim kalmış
Evlâdım Allah’a emanet olsun.”

 

Destancının insanın içine işleyen öyle yanık, öyle güzel sesi vardı ki, dinleyenler dayanamaz hemen yirmibeş kuruş verir bir tane alırlar ve destanı evlerine götürürlerdi.

Bazen destan kapış kapış olur bir anda yüzlerce destandan bir tane bile kalmazdı. Böyle anlarda destancı beni devamlı ve değişmez müşteri olarak gördüğünden bir tane mutlaka bana ayırırlardı. Hatta destanı almak için hücum olup çocuk olarak yaklaşamadığım zamanlarda bile elindeki son destanı çekiştirerek almak isteyen kimselere vermez; “Şu arkadaki çocuğun bu. Destanın parasını aldım vallah yahu!” der ve herkes çekilince destanı bana uzatır bende yirmibeş kuruşu ona teşekkür ederek verirdim.

Rahmetli babaannem Güllü ninem destana çok meraklıydı. Ben de destancının her gelişinde iyice dinler, nasıl okuduğunu iyice hafızama kaydeder, yirmibeş kuruşu verir, destanı alır koşarak dedemlerin Toğlu Hamamının arkasına düşen Şıhlar Mahallesi Efeler Sokak Savaşçı Çıkmazındaki o koca avlulu evin zaten her zaman açık olan kapısından büyük bir heyecanla, “Nene! Destan aldım! Destan!… Destan!..:” diye bağırarak girerdim.
Ninem komşulara haber verir, hepsi destanı dinlemek için toplanırlardı. Ben havuştaki ulu gövdeli iğde ağacına tırmanır, aynı destancının okuduğu gibi okurdum. Ninem ve komşularımız hazin hazin ağlarlardı.

Yine bir yaz günü evden çıkıp dükkânımıza gelmiştim. Vakit kuşluğu geçmiş öğleye yaklaşıyordu. Birden Arasa Çarşısı’na destancı geldi. Tam bizim dükkânın önünde destanı okumaya başladı. Destan kapış kapış bir anda bitti. Destancı son kâğıdı bana uzattı. Babam, “Hele gel oğlum… Gel bir çayımızı iç” diye içeriye davet etti. Destancıya, “sen nerelisin, kimlerdensin?” diye sordu.

Destancı derin bir ah çekti; “Ah emmi ne sen sor ne ben söyleyeyim” dedi ve anlatmaya başladı:
– Çocukluğumda belki on defa düşümde bir mübarek adam bana bu senin kısmetin diye bir kızı gösteriyordu. Biz her sene Zorkun Yaylasına çıkardık. Askerden geldiğim sene dayım kızıyla evlendim. Davarlarla gene yaylaya çıktık. Birde ne göreyim. Orada pınarın başında düşümdeki kızı gördüm. Ardına düşüp takip ettim. Ailesi ve obası yıllardan beri tanıdığım kişilerdi. Evli ve iki çocuğu olduğunu gördüm. Düşümün üstüne gitmemiş gözümün önünde kısmetimi kaçırmıştım. O gün sazı elime aldım. O gündür bu gündür başka bir iş yapamam.

Dükkânımızın içinde derin bir sessizlik oldu. Bu sırada çarşıda şerbet ya da bazen limonata satan meşhur şerbetçinin sesi ve tunçtan taslarının çıngırtısı ortalığı çınlattı.
– Ancaaa içenleerrr biliir… Ancak içenler bilir!…
Bu şerbetçinin limonatasının lezzeti tarif edilemezdi. Hemen, “Ver hele!” diye seslendim.
Buz gibi limonatayı içeriye uzatırken hiç beklemediğim bir şey oldu. Destancı bana dönerek:
– İşte böyle yeğenim aşk bu, aşk şarabı bu ancak içenler bilir, diyerek gözyaşlarını tutamadı, hüngür hüngür ağlamaya başladı.

İçim o an dayanılmaz bir acıyla yandı. Destancının insanın içine işleyen sesinin sırrı bir anda yüreğimi yaktı. Elimde olmadan gözlerimden sicim gibi yaşlar boşanırken şerbetçi halen bağırmaya devam ediyordu.

– Ancak içenler bilir!…

***
Üniversiteye gittiğim ilk yıl tatil vakti Kilis’e geldiğimin ertesi günü Sabah Pazarına büyük bir heyecanla gittim. Destancıyı bekledim. Yoktu. Nasıl olsa gelir dedim. Bir ay her gün gittim. Ama ne gelen ne giden olmadı. Nihayet sabah pazarında buğday satan Ahmet Rafet amcamla çay içerken sordum:
-Yahu emmi destancılar niye gelmiyor?
Aldığım cevap şok ediciydi:
– Artık kimse destan almıyor. Zavallı adam bir iş bulurum diye İstanbul’a göçmüş.

Birden Sabah Pazarı gözümün önünden kayboldu. O inanılmaz kalabalık sanki hiç kimse yokmuş gibi çekildi. Elimdeki çay bardağı yere düştü.
Destancının sesi artık yoktu. Çocukluğumun unutulmaz seslerinden bir ses artık hiç duyulmayacaktı.
Destansız toplumun merhamet damarlarından birinin kesildiğini hissettim.

Bu sırada meşhur şerbetçi tam önümüzde durdu. Limonataları doldurdu. Bana uzatarak; “Hoş geldin beyim… Bizim şurubumuzu muhakkak göresmişsin” dedi.

Biz amcamla nefis limonataları içerken o arka arkaya ünlüyordu:

– Ancak içenler bilir… Ancaa içenler biliirr!…

 

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.