Hayaller ve Hayatlar-13
Göher GÜLER
Aysel İsmail’i Almanya’ya yolcu ederken, hayatının en zor anını yaşadı. Sanki yüreği sökülmüş İsmail’le beraber gitmişti. Dizlerinin bağı çözülmüş, elleri kolları iki yana düşmüştü. Dakikalarca ayrılamadı havaalanından. Gözyaşları yanaklarından aşağı akıp gidiyordu. Öyle çaresiz, öyle yalnız hissediyordu ki, bütün sevdikleri gitmiş, tek başına kalmış gibiydi. Uzay boşluğunda nereye düşeceği belli olmayan, uçurtmaya benzetti kendini. Neredeyse baygınlık geçirmek üzereydi. Nezaket elindeki su şişesinden, ablasının yüzüne su çarptı. Aysel bir nebze olsun kendine geldi. Eve gidesi gelmiyordu. Nezaket ve Samet de, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ablalarının koluna girdiler, zar/zor getirdiler eve. O gün hiç yataktan çıkmadı. “İsmail’im” diye diye saatlerce ağladı yatakta. Sıdıka Naz ve İsmail can ile Samet’le Nezaket ilgilendiler…
İsmail gittiğinden beri Aysel’in neşesi, tadı tuzu kalmamıştı. Eşini öylesine özlüyorduki, burnun direği sızlıyor, gözlerinden yaş süzülüyordu. Her gün ağlamaktan, gözleri kıpkırmızı olmuştu. Arada bir telefonla konuşuyorlar, İsmail durumu hakkında bilgi veriyordu. Aysel gitgide ümitsizliğe kapılıyordu. Nezaket, Samet ve Hülya yengesi Aysel’i yalnız bırakmıyorlardı. İsmail gittiğinden beri Hülya yengesi de orada kalıyordu. Sıdıka Naz ve İsmail can, her gün biraz daha büyüyordu. Yavrularının varlığı Aysel’e güç veriyordu. Naz babasına ne kadar da çok benziyordu. Bir keresinde Naz’a, kara yünden bıyık takmıştı annesi. Aynı babası olmuştu. Hep birlikte ne çok gülmüşlerdi…
İsmail için hayat oldukça sancılı geçiyordu. Tedaviden vazgeçmek istiyordu ama Dr. Davit bırakmıyordu. İyice zayıflamıştı. Aysel’i ve yavruları gözünde tütüyordu. Hastane ile ev arasında sıkışıp kalmıştı. Yıllar önce yaşadığı ızdırapları yeniden yaşıyordu. Bir dağ başına çıkıp, patlayıncaya kadar bağırası geliyordu. Hastane kokusundan nefret ediyordu. Serum hortumlarını hep, köydeki bahçeyi suladığı hortumlara benzetiyordu. Derin bir hüzün çöküyordu içine. O bahçeyi ve meyve ağaçlarını ne çok özlüyordu. Dalından kiraz koparıp yemeyi, kulağının üstüne küpe gibi takmayı ne çok istiyordu. Aklına geldikçe ağlamaklı oluyordu. Ameliyat masasını mezbahadaki, kesim makinalarına benzetiyordu. Babası onu bir kere mezbahaya götürmüştü. Gördüklerini unutamamış, sabahlara kadar ağlamıştı. Bir daha da, mezbaha yazısını gördüğü yerden uzağa gidiyordu. “Neden herkes bu kadar acı çekmezken, ben çekiyorum” diyerek hayıflanıyordu. Sonra Aysel’i ve yavruları gözünün önüne geliyordu. Çocuklarının kulaklarına kirazdan küpe taktığını, hayal ediyordu. Ağacın tepesinden Aysel’e kiraz attığını, kirazların Aysel’in burnuna geldiğini, Aysel’in de ona; “yapma İsmail” deyişini hayal ediyor, gülümsüyordu. Evlerinin önündeki parkta çocuklarıyla saklambaç oynayacağı günleri düşünüyor, Aysel’le kol kola çarşı pazar gezdiğini hayal ediyor, hayıflanmaktan vaz geçiyordu. “Sayılı gün çabuk geçer” diyordu kendin kendine…
Aysel yeni görevine başlamıştı. Mesleğini çok seviyordu. Ergen pedagoguydu. Ne çok sorunlar yaşıyordu ergenler. Stresi yönetemiyor, sorunların üstesinden gelemiyorlardı. Terapiye gelen her ergenle, birebir ilgileniyor, sorunların üstesinden gelme yollarını gösteriyordu. Terapiye gelen Oğuz adında bir ergen, Aysel’i çok etkilemişti. Oğuz’un yaşadıkları Aysel’inkine çok benziyordu. Oğuz’un annesi ölmüş, babası yeniden evlenmişti. Babası bir gün evden kovmuştu. Bir daha arayıp sormamıştı. Oğuz konuştukça Aysel gözyaşlarını tutamıyordu. Oğuz’a çok acıyordu. “Dünyada babası tarafından istenmeyen, sadece biz değilmişiz” diyordu içinden. Annesinin ölümünden sonraki, hayatı film şeridi gibi geçiyordu, gözünün önünden. Babasının onlara, evdeki kedi kadar bile değer vermediği geliyordu aklına. Kız kardeşinin parmağı kırıldığında doktora izinsiz götürdü diye, tokat yemişlerdi babasından. Üvey annesinin eziyet ettiğini söylediğinde, babası basmıştı azarı. Üvey anne, İsmail’le ikisinin adını çıkardığında; saman çuvalı gibi fırlatmış, tekmeleri bir birsavurmuştu babası. Ağzı burnu kan içinde kalmıştı. Kolu incinmiş ama kolum acıyor bile diyememişti. Sabahlara kadar yatağın içinde inim inim inlemişti. Düşünürken bile bedeni, yüreği acıyordu Aysel’in. Bütün bunlar aklına geldikçe yumruklarını, dişini sıkıyor, yüzünü ekşitiyordu. Şimdi kendisine benzer hayat yaşayan ergenleri gördükçe dayanamıyordu. Bazen onlarla beraber ağlıyordu…
Mesainin ilk saatleri; Tülin adında bir kız girdi içeri. Gözleri şişmiş, ağlamaktan kızarmıştı. “Buyur bakalım güzel kızım” dedi Aysel. Tülin ürkek ürkek konuşmaya başladı. Orta okul son sınıftaydı.
– Şey, bu konuştuklarımız aramızda değil mi dedi?
– Elbette aramızda dedi Aysel. Tülin konuşamıyordu. Başını öne eğmiş, elleriyle yüzünü kapatmıştı. Kirpi gibi tortop olmuştu, zavallı. Elleri ve vücudu zangır zangır titriyordu. Aysel yerinden kalktı, “sakin ol kızım” diyerek, Tülin’in omuzuna elini attı. Tülin hıçkırıklara boğulmuştu. Nefesi kesilmek üzereydi. “Başına bir şey mi geldi kızım” dedi? Tülin, yaydan fırlamış ok gibi yerinden fırladı. Kızarık gözleri fal taşı gibi açılmış, yüzü gergin bir hal almıştı. Gözyaşları yanaklarına yayılmıştı. Elinin tersiyle sildi yanaklarını.
– O adam!..
– Hangi adam?
– O adam işte!..
– Ne yaptı o adam?
– Zorla…
Ağlamaktan tek tek çıkıyordu Tülin’in ağzından kelimeler…
(Devam edecek)